Hepimizin hayatında zaman zaman depresif hissettiği dönemler olmuştur. Hayatınızı film şeridi gibi gözden geçirin geçmişte yaşadığınız belli dönemlerde çıkışsız ve çözümsüz kaldığınız, berbat hissettiğiniz, hayatınızın alt üst olduğunu düşündüğünüz, bir renk olsa “simsiyah” olarak nitelendirebileceğiniz kaotik dönemler olmadı mı? Depresyon aslında -klinik tanımını bir kenara bırakalım- beyninizin size verdiği bir mesaj. Peki bu durumda depresyona verdiğiniz tepki ne oluyor? Bunu bir hastalık olarak kabullenip ilaç yoluyla tedaviye mi yanaşmak, kalıtsal bir aktarım olarak mı görmek yoksa vücudun bu duruma verdiği sağlıklı bir tepki olarak mı yorumlamak gerekiyor? Ve asıl soruya gelelim neden günümüzde depresyon yaşayan insanların sayısı git gide artıyor. Gerçek neden ne?
Johann Hari’nin “Çalınan Dikkat” kitabını okuyunca çok etkilenmiştim ve bir önceki blog yazım da bu kitap üzerineydi. Bunu gören birkaç takipçimden şu yorum geldi: “Bir de ‘Kaybolan Bağlar’ kitabını oku, çok etkileneceksin.” Gerçekten de öyle oldu. Hari bu kitaplarla bir gazeteci olarak çok başarılı işlere imza atmış. Beni en çok etkileyen tarafı ise yazarın her iki kitapta da depresyon ve bağımlılığın kökenlerini toplumsal düzlemde ele alması. Birçok sorunun kaynağını kendimize bağlamayı ve bu sorunların çözümünün yalnızca kendimizi değiştirmekle aşılabileceği fikrini o kadar çok içselleştirmişiz ki aksini düşünmek artık bir nevi yabancılaştırıcı bir etki yaratıyor. Toplumsal olana kafa yormaya unutturulduğumuz, “kişisel gelişim” kitaplarının etkisinden kafamızı kaldıramadığımız şu dönemde ilaç gibi gelen bu kitabı sizler için özetlemeye çalışacağım.
Johann Hari’nin “Çalınan Dikkat” kitabını okuyunca çok etkilenmiştim ve bir önceki blog yazım da bu kitap üzerineydi. Bunu gören birkaç takipçimden şu yorum geldi: “Bir de ‘Kaybolan Bağlar’ kitabını oku, çok etkileneceksin.” Gerçekten de öyle oldu. Hari bu kitaplarla bir gazeteci olarak çok başarılı işlere imza atmış. Beni en çok etkileyen tarafı ise yazarın her iki kitapta da depresyon ve bağımlılığın kökenlerini toplumsal düzlemde ele alması. Birçok sorunun kaynağını kendimize bağlamayı ve bu sorunların çözümünün yalnızca kendimizi değiştirmekle aşılabileceği fikrini o kadar çok içselleştirmişiz ki aksini düşünmek artık bir nevi yabancılaştırıcı bir etki yaratıyor. Toplumsal olana kafa yormaya unutturulduğumuz, “kişisel gelişim” kitaplarının etkisinden kafamızı kaldıramadığımız şu dönemde ilaç gibi gelen bu kitabı sizler için özetlemeye çalışacağım.
Hari, okuduğum iki kitabında da bireysel olarak hissettiği yakıcı bir problemden yola çıkıp onlarca bilim insanıyla buluşarak ve yapılan birçok çalışmayı irdeleyerek problemin toplumsal temelli olduğu sonucuna varıyor. Aslında zamanında kendisine de depresyon teşhisi konmuş birisi olarak olaylara yaşadığı deneyimlerin süzgecinde yaklaşıyor. Depresyon ilaçlarıyla ilgili birçok araştırma sonucunda antidepresanların geçici bir çözüm yarattığı (hatta plasebo etkisi yaratma ihtimalleri de yüksek) bunun yanında yan etkilerinin bazı insanlarda tahribata yol açabileceği sonucuna da varıyor. Peki çözümü nerede aramalıyız?
İnsanların çektiği sıkıntıları yaşadığımız hayattan ayrı düşünebilecek bir mekanizma geliştirmiş gibiyiz. Depresyonu bir akıl sağlığı problemine indirgeme eğilimimiz de var. Hatta yazar ilginç bir noktaya da değiniyor: “Asıl mevzu duygu sağlığımız. Neden akıl sağlığı diyoruz? Çünkü kulağa bilimsel gelsin istiyoruz.” Peki ya depresyon beyindeki bir kimyasal dengesizlik değil de olması gerektiği gibi olmayan hayatlarımız veya ihtiyaç duyduğumuz bağlar için tuttuğumuz bir tür yas olabilir mi?
Hari yaptığı araştırmaları derleyerek depresyon ve kaygının nedenlerini dokuz maddede kategorize ediyor. İşin ilginç noktası ise bu maddelerin hepsi ortak bir noktada buluşuyor. Hepsi birer bağlantısızlık ve kopukluk biçimleri. Doğuştan ihtiyaç duyduğumuz fakat bir noktada kaybettiğimiz bir şeylerden uzak düşme halleri. Bu maddeleri kısaca inceleyelim.
1- Anlamlı Çalışmadan Kopuk Olmak - Herhalde bu madde birçoğumuzun ortak sorunu, işimize yabancılaşmak. Sevdiği işi yapan değil yaptığı işi sevmeye çalışan bir ülke mensupları olarak çok da şaşırmıyoruz sanırım. Sağlıklı bir iş hayatında söylediklerine önem verildiğini, aklına bir fikir geldiğinde konuşabileceğini ve bir şeyleri değiştirebileceğini bilmen gerekiyor. Dünya çapında 142 ülkede milyonlarca çalışan üzerinde yapılan kapsamlı bir araştırmada insanların yüzde 13’ü işini heyecan duyarak yapıyor ve işine adanmış durumda, yüzde 63’ü işine bağlı ya da tutkulu değil yüzde 23’ü ise aktif bir şekilde ilgisiz. Depresyonun yaygın belirtilerinde birisi ise yaptığınız hiçbir şeyin sahici ya da gerçek olmadığını hissetmeye başlamak.
İki kişi hayal edin. Bir tarafta devlet dairesini yöneten bir adam var, diğer tarafta da işi bu adamın belgelerini dosyalayan başka bir adam. Hangisinin depresyona girme ihtimali daha yüksek? Basit bir mantıkla yöneticinin büyük sorumluluklardan dolayı daha stresli olduğunu düşünürüz fakat yapılan çalışmalar tam tersini gösteriyor. Yönetici pozisyonundakilerin depresyona girme ya da kalp krizi geçirme olasılıkları alt kademedekilerden dört kat daha az. İşi üzerinde daha az kontrol sahibi olanların ciddi anlamda duygusal rahatsızlık hissetme ihtimalleri çok daha yüksek. “Çalıştığınız iş sizi zenginleştirdiğinde hayat daha dolu oluyor bu da işi dışı faaliyetlerinize yansıyor.” Herhangi bir amaç olmadan bir iş yapıyorsan ve devam etmekten başka seçeneğin de yoksa sıkıntı büyük, en kötü durum da bu olsa gerek.
2- Diğer İnsanlardan Kopuk Olmak - Çok önemli bir etken daha. Yapılan çalışmalar etrafımızdaki insanlardan kopuk olmanın yani yalnızlığın sağlık üzerindeki etkisi dünyanın karşı karşıya kaldığı en büyük hastalık olarak düşünülen obezlikle aynı etkiyi yarattığı sonucuna vardılar. Peki, yalnızlık neden bir depresyon ve kaygıya yol açıyor olsun?
İnsanlar en eksiden beri yüz kişiden oluşan avcı toplayıcılar şeklinde evrimleşmişti. Bizim var olmamızın en temel nedeni onların iş bölümünü öğrenmiş olmalarıydı. Besinler paylaşılıyor, hastaların bakımı üstleniliyordu. Kocaman hayvanları sırf birlikte çalışabildikleri için avlayabiliyorlardı. Zor koşullarda ayakta kalabiliyorlardı bunu da sıkı bir toplumsal temas ağına ve aralarında bulunan yükümlülüklere borçlulardı. Kısaca “evrim bizi bağ kurduğumuzda kendimizi hem iyi hem de güvende hissedecek şekilde biçimlendirmiş.” Eskiden insanlar için ev demek topluluk demekken bizde ise artık dört duvarla çevrilmiş çekirdek aileye kadar indirgendi. Kopukluk ise daha çok kopukluğu beraberinde getiriyor.
Yapılan çalışmalarda kendini en yalnız hisseden insanlardan bazıları bile aslında her gün birileriyle konuşuyordu. Fakat önemli bir detay var: “Yalnızlık diğer insanların fiziksel yokluğu değil, hiç kimseyle önemli bir şey paylaşmadığımız hissidir.” Çift yönlü ilişkiler yalnızlığa deva olabilir. Her iki taraf için de anlam taşıyan bir şey paylaştığınızı hissetmeye ihtiyacınız var. Son yıllarda bir şeyleri tek başımıza yapmamızı neredeyse bir ilerleme olarak görmeye başladık. “Sen güçlüsün, sana senden başkası yardım edemez” şeklindeki bir kültür gelişiyor. Ama şunu unutmayalım ki, beynimiz hiçbir zaman bir ada olmadı, olmayacak da.
3- Anlamlı Değerlerden Kopuk Olmak - Yapılan çalışmalar mutluluğun yolunun bir şeyler biriktirmek ve statüden geçtiğini düşünen insanlarda kaygı seviyesinin daha yüksek olduğunu gösteriyor. Dışsal hedeflerin peşinde koşan insanlar maddi hedeflerine ulaştıklarında başta hissettiklerinden farklı bir his oluşmuyor. Oysa içsel hedeflerine ulaşan insanlar çok daha mutlu ve daha az depresif oluyorlar. “Sırf verdiği keyif için dans etmek, sırf doğrusu bu olduğu için başka birine yardım etmek. Bunlar mutluluğunuzu önemli ölçüde artırıyor.”
En çok hazzı “akış hallerinden” sevdiğimiz bir şeyi yaparken kendimizi kaybettiğimiz, sürüklenip gittiğimiz anlardan aldığımızla ilgili güçlü bilimsel kanıtlar var. Yani kısaca “bir şeyi kendisi için değil de bir sonuç elde etmek için yaptığınızda kendinizi anın hazzına bırakamıyorsunuz. Sürekli kendinizi gözlemliyorsunuz ve egonuz kapatamadığınız bir alarm gibi çığlıklar atıyor. Özgüveniniz, kendinize verdiğiniz değer, ne kadar paranız olduğuna, kıyafetlerinizin nasıl olduğuna ya da evinizin ne kadar büyük olduğuna bağlı olduğunda sürekli dışsal karşılaştırmalar yapmaya mecbur kalıyorsunuz.” Belki de kendimize asıl sormamız gereken şu: Doğru insanlarla, bana başarılı olduğumu değil sevildiğimi hissettirecek insanlarla vakit geçiriyor muyum?
4- Çocukluk Travmasından Kopuk Olmak- Çocuklukta yaşanan büyük travmaların yetişkin hayatındayken depresyona girme olasılığını artırdığı yapılan araştırmalarla destekleniyor. “Çocukken çevrenizi değiştirme gücünüz pek olmuyor. Bir yerden taşınmanız ya da size zarar veren birini buna son vermeye zorlamanız zor görünüyor. Önünüzde iki seçenek oluyor. Güçsüz olduğunuzu -her an ciddi zarar görebileceğinizi ve bu konuda elinizden gelen bir şey olmadığını- kendinize itiraf edebilirsiniz. Ya da kendi kendinize bunun sizin suçunuz olmadığını söyleyebilirsiniz. Bu durumda zihninizde biraz güç kazanabilirsiniz. Suç sizde olduğunda durumu değiştirebilmek için yapabileceğiniz bir şeyler var demektir. Suç sizdeyse kontrol de sizdedir. Fakat bunun da bir bedeli var. Gördüğünüz zararın sorumlusu kendiniz olduğunda, bir düzeyde bunu hakettiğinizi düşünürsünüz. Çocukken incitilmeyi hak ettiğini düşünen biri yetişkin olduğunda da farklı düşünmeyecektir.”
5- Statü ve Saygıdan Kopuk Olmak- Yapılan çalışmalar eşitsizliğin daha fazla olduğu toplumlarda depresyonun daha da arttığını gösteriyor. Özellikle dünya çapında olan gelir dağılımı eşitsizliği bu tür sorunları gün geçtikçe daha da su yüzüne çıkartıyor. Böyle topluluklarda herkes kendi statüsünü daha fazla düşünmek zorunda kalıyor. “Konumumu koruyabilecek miyim? Beni tehdit eden kim var? Düşersem nereye kadar düşebilirim?” Sırf bu soruları sormak dahi hayatımıza ciddi anlamda stres bindiriyor.
6- Doğal Dünyadan Kopuk Olmak- Şehirde yaşayan insanların bir doğa yürüyüşüne çıktıktan sonraki ruh hallerini ve konsantrasyonlarını ölçen bir çalışmada tahmin edilen sonuçlar çıkmış herkes kendini daha iyi hissetmişti. Ama depresyonda olan insanlarda bu etki çok daha fazlaydı. Onların artışı diğer insanlardakinden beş kat fazlaydı. Peki neden?
Biyolog E. O. Wilson tüm insanlarda “biyofili” adı verilen doğal bir his olduğunu savunuyor. Biyofili biz insanların varoluşumuzun büyük kısmını geçirdiğimiz alanlara ve etrafımızı sarıp varoluşumuzu mümkün kılan doğal hayat ağına duyduğumuz doğuştan gelen bir sevgi olarak tanımlanıyor. İçinde yaşamak üzere evrildikleri doğal ortamlarından yoksun kalan hayvanların hemen hepsi rahatsızlık yaşıyor. Aslında bizim de pek farkımız yok. “Bir doğa manzarası karşısında kendinizin ve dertlerinizin küçücük kaldığını ve dünyanın ise kocaman olduğu hissine kapılıyorsunuz- ve bu his egonun baş edilebilir bir boyuta inmesini sağlayabiliyor. Bu hissin derinlere inen, hayvan doğamıza temas eden sağlıklı bir yanı da var. İnsanlar o kısacık uçucu anlara bayılıyorlar. Bu da etrafınızdaki her şeyle nasıl derin ve kapsamlı bağlar içinde olduğunuzu görmenizi sağlıyor. Daima bir sistemin içindeki bir ağa gömülü durumdasınız ve bu muazzam dokunun içindeki düğümlerden birisiniz sadece, o kadar.”
7- Umutlu ya da Güvenli Bir Gelecekten Kopuk Olmak- Yapılan bazı çalışmalar gelecekte kendisini kim olacağını göremeyen çocuklarda depresyon eğilimi olduğunu gösteriyor. Derin bir şekilde gelecek hissinden kopukluk yaşayanlar ağır depresyon da yaşıyorlar. Kendiniz hakkında söz sahibi olma hakkınızın olmaması sizi çok etkiliyor. Olumlu bir gelecek hissi insanı korur. Başınıza bir gün kötü bir şey geldiğinde bilirsiniz ki o esnada canınız yanıyor fakat bir süre sonra geçecek. Fakat gelecek elinizden alındığında o sancı hiç geçmeyecek gibi gelir.
8 ve 9- Genlerin ve Beyindeki Değişimlerin Gerçek Payı- Ağır depresyon altındayken beyniniz nasıl bir değişim gösteriyor? “Beynin deneyime dayalı olarak kendini yeniden yapılandırmaya devam etme eğilimine nöroplastisite deniyor. Beyniniz ihtiyaçlarını karşılamak için sürekli değişiyor. Bunu iki yoldan yapıyor: Kullanmadığınız sinapsları budayarak ya da kullandığınız sinapsları geliştirerek. Depresyon ve kaygı durumunda beyin değişiyor; depresyon ve kaygı sona erdiğinde yine değişiyor. Diyelim ki, evliliğin yeni bitti, işini kaybettin ve annen de felç geçirdi. Durum epey ağır. Uzun süre beynin ağır bir acı hissettiği için beynin bundan sonra bu hal içinde hayatta kalmaya çalışacağını varsayar - o yüzden sana neşe ve haz getiren şeylerle ilgili sinapslardan kurtulup korku ve umutsuzlukla ilgili sinapsları güçlendirmeye başlayabilir. Acının temel nedenleri ortadan kaybolmuş görünürken çoğu zaman depresyon ya da kaygı haline bir şekilde takılıp kalmış gibi hissetmenin nedenlerinden birisi de bu.”
Buraya kadar yapılan çalışmaları özetleyen yazar şunları aktarıyor: “Uzun bir süredir depresyonu düşünmenin yalnızca iki yolu olduğu söyleniyor. Ya bir zayıflık işareti ya da ya da bir beyin hastalığı. Depresyonun iyileşmesi konusunda iki yaklaşım da pek işe yaramadı. Ama öğrendiğim her şey ortada üçüncü bir seçenek olduğuna işaret ediyor: “Depresyonu büyük ölçüde yaşam tarzımıza verilen bir tepki olarak görmek.”
Aslında çözüm çok basit: Yeniden Bağ Kurmak. Daha doğrusu söylemesi çok basit fakat uygulaması zor. Yazar kitabın son bölümünü tamamen bağ kurmaya ayırıyor. Mevzu yukarıdaki saydığımız maddeler özelinde bağlantısızlığın doğurduğu sıkıntı ve stresle biraz daha iyi baş etmek değil, yeniden bağ kurmaya giden bir yol bulmak. Bu bölümde her madde için birçok öneri, hikaye ve araştırma bulacaksınız. Fakat herhalde kendi adıma en çok önemsediğim ve yazarın da ısrarla vurguladığı bölüm de diğer insanlarla olan ilişkilerimiz.
Çok enteresan bir çalışma yapılmış, içeriğinden bahsetmeyeceğim. Batı ve Uzak Doğu toplumları arasında yapılan bir çalışma bu, kitabı okuyacaklar için sürpriz olsun. Çalışmada çıkan verilere göre şu yorumu yapabiliyorlar: “Mutluluğun ne kadar toplumsal bir şey olduğunu düşünürseniz, o kadar iyi durumda oluyorsunuz.” Sıkıntımızı ve neşemizi etrafımızdaki insanlarla paylaştığımız bir şey olarak görmeye geri döndüğümüzde kendimizi daha farklı hissedeceğiz. Bireysel çözüm arayışı bir tuzak, hatta sorunu yaratan şeyin bir parçası. Yazarın depresyon yaşamış olan kendi çocukluğuna yazdığı mektuptaki gibi: “Oysa depresyondan çıkmak için sen olmamayı öğrenmen gerekiyor, kendin olma. Ne kadar değerli olduğuna saplanıp kalma. Bu kadar berbat hissetmenin bir sebebi sürekli kendini düşünmen zaten. Biz ol. Grubun parçası ol. Kendini başkalarının hikayelerine bırak, onarlın hikayelerinin seninkilere karışmasına izin ver. Bütünün parçası ol. Kalabalığa hitap eden kişi olmaya çalışma. Kalabalık olmaya çalış.” Çoğumuz çok uzun zamandır yanlış şeylere değer veriyoruz. Bizi ruhen hasta eden abur cubur değerlere ‘karşı ritm’ oluşturmamız gerekiyor. “Diğer insanlarla bir araya gelerek, derinlemesine düşünerek ve sahiden önemli şeylerle yeniden bağ kurarak, bizi anlamlı değerlere götüren bir tünel kazmaya başlayabiliriz.”
Özetle dünya çapında yapılan çalışmalar bize şunu söylüyor: “Yaşam tarzımızda bir bir terslik var. O acıyı boğmaya, susturmaya ya da patalojikleştirmeye çalışmayı bırakmamız, o acının üstesinden gelebilmek için o acıyı dinlememiz gerekiyor. Depresyonun önemli ölçüde içinde yaşadığımız kültürde var olan tersliklerin sonucu olduğunu anladığımızda çözümlerin de önemli ölçüde kolektif olması gerektiği açık hale geliyor. Bugüne kadar depresyona ve kaygıya çözüm bulma yükünü sadece bunu yaşayan insanların üstüne yükledik. Daha iyisini yapmaya çalışmaları konusunda onlara dersler veriyoruz. Ama sorun yalnızca onlardan kaynaklanmıyorsa çözümün de yalnızca onlardan gelmesini bekleyemeyiz. Çok uzun süredir kabilesiz ve bağlantısız yaşıyoruz. Artık eve dönme zamanı geldi.”
Keyifli okumalar…
İnsanların çektiği sıkıntıları yaşadığımız hayattan ayrı düşünebilecek bir mekanizma geliştirmiş gibiyiz. Depresyonu bir akıl sağlığı problemine indirgeme eğilimimiz de var. Hatta yazar ilginç bir noktaya da değiniyor: “Asıl mevzu duygu sağlığımız. Neden akıl sağlığı diyoruz? Çünkü kulağa bilimsel gelsin istiyoruz.” Peki ya depresyon beyindeki bir kimyasal dengesizlik değil de olması gerektiği gibi olmayan hayatlarımız veya ihtiyaç duyduğumuz bağlar için tuttuğumuz bir tür yas olabilir mi?
Hari yaptığı araştırmaları derleyerek depresyon ve kaygının nedenlerini dokuz maddede kategorize ediyor. İşin ilginç noktası ise bu maddelerin hepsi ortak bir noktada buluşuyor. Hepsi birer bağlantısızlık ve kopukluk biçimleri. Doğuştan ihtiyaç duyduğumuz fakat bir noktada kaybettiğimiz bir şeylerden uzak düşme halleri. Bu maddeleri kısaca inceleyelim.
1- Anlamlı Çalışmadan Kopuk Olmak - Herhalde bu madde birçoğumuzun ortak sorunu, işimize yabancılaşmak. Sevdiği işi yapan değil yaptığı işi sevmeye çalışan bir ülke mensupları olarak çok da şaşırmıyoruz sanırım. Sağlıklı bir iş hayatında söylediklerine önem verildiğini, aklına bir fikir geldiğinde konuşabileceğini ve bir şeyleri değiştirebileceğini bilmen gerekiyor. Dünya çapında 142 ülkede milyonlarca çalışan üzerinde yapılan kapsamlı bir araştırmada insanların yüzde 13’ü işini heyecan duyarak yapıyor ve işine adanmış durumda, yüzde 63’ü işine bağlı ya da tutkulu değil yüzde 23’ü ise aktif bir şekilde ilgisiz. Depresyonun yaygın belirtilerinde birisi ise yaptığınız hiçbir şeyin sahici ya da gerçek olmadığını hissetmeye başlamak.
İki kişi hayal edin. Bir tarafta devlet dairesini yöneten bir adam var, diğer tarafta da işi bu adamın belgelerini dosyalayan başka bir adam. Hangisinin depresyona girme ihtimali daha yüksek? Basit bir mantıkla yöneticinin büyük sorumluluklardan dolayı daha stresli olduğunu düşünürüz fakat yapılan çalışmalar tam tersini gösteriyor. Yönetici pozisyonundakilerin depresyona girme ya da kalp krizi geçirme olasılıkları alt kademedekilerden dört kat daha az. İşi üzerinde daha az kontrol sahibi olanların ciddi anlamda duygusal rahatsızlık hissetme ihtimalleri çok daha yüksek. “Çalıştığınız iş sizi zenginleştirdiğinde hayat daha dolu oluyor bu da işi dışı faaliyetlerinize yansıyor.” Herhangi bir amaç olmadan bir iş yapıyorsan ve devam etmekten başka seçeneğin de yoksa sıkıntı büyük, en kötü durum da bu olsa gerek.
2- Diğer İnsanlardan Kopuk Olmak - Çok önemli bir etken daha. Yapılan çalışmalar etrafımızdaki insanlardan kopuk olmanın yani yalnızlığın sağlık üzerindeki etkisi dünyanın karşı karşıya kaldığı en büyük hastalık olarak düşünülen obezlikle aynı etkiyi yarattığı sonucuna vardılar. Peki, yalnızlık neden bir depresyon ve kaygıya yol açıyor olsun?
İnsanlar en eksiden beri yüz kişiden oluşan avcı toplayıcılar şeklinde evrimleşmişti. Bizim var olmamızın en temel nedeni onların iş bölümünü öğrenmiş olmalarıydı. Besinler paylaşılıyor, hastaların bakımı üstleniliyordu. Kocaman hayvanları sırf birlikte çalışabildikleri için avlayabiliyorlardı. Zor koşullarda ayakta kalabiliyorlardı bunu da sıkı bir toplumsal temas ağına ve aralarında bulunan yükümlülüklere borçlulardı. Kısaca “evrim bizi bağ kurduğumuzda kendimizi hem iyi hem de güvende hissedecek şekilde biçimlendirmiş.” Eskiden insanlar için ev demek topluluk demekken bizde ise artık dört duvarla çevrilmiş çekirdek aileye kadar indirgendi. Kopukluk ise daha çok kopukluğu beraberinde getiriyor.
Yapılan çalışmalarda kendini en yalnız hisseden insanlardan bazıları bile aslında her gün birileriyle konuşuyordu. Fakat önemli bir detay var: “Yalnızlık diğer insanların fiziksel yokluğu değil, hiç kimseyle önemli bir şey paylaşmadığımız hissidir.” Çift yönlü ilişkiler yalnızlığa deva olabilir. Her iki taraf için de anlam taşıyan bir şey paylaştığınızı hissetmeye ihtiyacınız var. Son yıllarda bir şeyleri tek başımıza yapmamızı neredeyse bir ilerleme olarak görmeye başladık. “Sen güçlüsün, sana senden başkası yardım edemez” şeklindeki bir kültür gelişiyor. Ama şunu unutmayalım ki, beynimiz hiçbir zaman bir ada olmadı, olmayacak da.
3- Anlamlı Değerlerden Kopuk Olmak - Yapılan çalışmalar mutluluğun yolunun bir şeyler biriktirmek ve statüden geçtiğini düşünen insanlarda kaygı seviyesinin daha yüksek olduğunu gösteriyor. Dışsal hedeflerin peşinde koşan insanlar maddi hedeflerine ulaştıklarında başta hissettiklerinden farklı bir his oluşmuyor. Oysa içsel hedeflerine ulaşan insanlar çok daha mutlu ve daha az depresif oluyorlar. “Sırf verdiği keyif için dans etmek, sırf doğrusu bu olduğu için başka birine yardım etmek. Bunlar mutluluğunuzu önemli ölçüde artırıyor.”
En çok hazzı “akış hallerinden” sevdiğimiz bir şeyi yaparken kendimizi kaybettiğimiz, sürüklenip gittiğimiz anlardan aldığımızla ilgili güçlü bilimsel kanıtlar var. Yani kısaca “bir şeyi kendisi için değil de bir sonuç elde etmek için yaptığınızda kendinizi anın hazzına bırakamıyorsunuz. Sürekli kendinizi gözlemliyorsunuz ve egonuz kapatamadığınız bir alarm gibi çığlıklar atıyor. Özgüveniniz, kendinize verdiğiniz değer, ne kadar paranız olduğuna, kıyafetlerinizin nasıl olduğuna ya da evinizin ne kadar büyük olduğuna bağlı olduğunda sürekli dışsal karşılaştırmalar yapmaya mecbur kalıyorsunuz.” Belki de kendimize asıl sormamız gereken şu: Doğru insanlarla, bana başarılı olduğumu değil sevildiğimi hissettirecek insanlarla vakit geçiriyor muyum?
4- Çocukluk Travmasından Kopuk Olmak- Çocuklukta yaşanan büyük travmaların yetişkin hayatındayken depresyona girme olasılığını artırdığı yapılan araştırmalarla destekleniyor. “Çocukken çevrenizi değiştirme gücünüz pek olmuyor. Bir yerden taşınmanız ya da size zarar veren birini buna son vermeye zorlamanız zor görünüyor. Önünüzde iki seçenek oluyor. Güçsüz olduğunuzu -her an ciddi zarar görebileceğinizi ve bu konuda elinizden gelen bir şey olmadığını- kendinize itiraf edebilirsiniz. Ya da kendi kendinize bunun sizin suçunuz olmadığını söyleyebilirsiniz. Bu durumda zihninizde biraz güç kazanabilirsiniz. Suç sizde olduğunda durumu değiştirebilmek için yapabileceğiniz bir şeyler var demektir. Suç sizdeyse kontrol de sizdedir. Fakat bunun da bir bedeli var. Gördüğünüz zararın sorumlusu kendiniz olduğunda, bir düzeyde bunu hakettiğinizi düşünürsünüz. Çocukken incitilmeyi hak ettiğini düşünen biri yetişkin olduğunda da farklı düşünmeyecektir.”
5- Statü ve Saygıdan Kopuk Olmak- Yapılan çalışmalar eşitsizliğin daha fazla olduğu toplumlarda depresyonun daha da arttığını gösteriyor. Özellikle dünya çapında olan gelir dağılımı eşitsizliği bu tür sorunları gün geçtikçe daha da su yüzüne çıkartıyor. Böyle topluluklarda herkes kendi statüsünü daha fazla düşünmek zorunda kalıyor. “Konumumu koruyabilecek miyim? Beni tehdit eden kim var? Düşersem nereye kadar düşebilirim?” Sırf bu soruları sormak dahi hayatımıza ciddi anlamda stres bindiriyor.
6- Doğal Dünyadan Kopuk Olmak- Şehirde yaşayan insanların bir doğa yürüyüşüne çıktıktan sonraki ruh hallerini ve konsantrasyonlarını ölçen bir çalışmada tahmin edilen sonuçlar çıkmış herkes kendini daha iyi hissetmişti. Ama depresyonda olan insanlarda bu etki çok daha fazlaydı. Onların artışı diğer insanlardakinden beş kat fazlaydı. Peki neden?
Biyolog E. O. Wilson tüm insanlarda “biyofili” adı verilen doğal bir his olduğunu savunuyor. Biyofili biz insanların varoluşumuzun büyük kısmını geçirdiğimiz alanlara ve etrafımızı sarıp varoluşumuzu mümkün kılan doğal hayat ağına duyduğumuz doğuştan gelen bir sevgi olarak tanımlanıyor. İçinde yaşamak üzere evrildikleri doğal ortamlarından yoksun kalan hayvanların hemen hepsi rahatsızlık yaşıyor. Aslında bizim de pek farkımız yok. “Bir doğa manzarası karşısında kendinizin ve dertlerinizin küçücük kaldığını ve dünyanın ise kocaman olduğu hissine kapılıyorsunuz- ve bu his egonun baş edilebilir bir boyuta inmesini sağlayabiliyor. Bu hissin derinlere inen, hayvan doğamıza temas eden sağlıklı bir yanı da var. İnsanlar o kısacık uçucu anlara bayılıyorlar. Bu da etrafınızdaki her şeyle nasıl derin ve kapsamlı bağlar içinde olduğunuzu görmenizi sağlıyor. Daima bir sistemin içindeki bir ağa gömülü durumdasınız ve bu muazzam dokunun içindeki düğümlerden birisiniz sadece, o kadar.”
7- Umutlu ya da Güvenli Bir Gelecekten Kopuk Olmak- Yapılan bazı çalışmalar gelecekte kendisini kim olacağını göremeyen çocuklarda depresyon eğilimi olduğunu gösteriyor. Derin bir şekilde gelecek hissinden kopukluk yaşayanlar ağır depresyon da yaşıyorlar. Kendiniz hakkında söz sahibi olma hakkınızın olmaması sizi çok etkiliyor. Olumlu bir gelecek hissi insanı korur. Başınıza bir gün kötü bir şey geldiğinde bilirsiniz ki o esnada canınız yanıyor fakat bir süre sonra geçecek. Fakat gelecek elinizden alındığında o sancı hiç geçmeyecek gibi gelir.
8 ve 9- Genlerin ve Beyindeki Değişimlerin Gerçek Payı- Ağır depresyon altındayken beyniniz nasıl bir değişim gösteriyor? “Beynin deneyime dayalı olarak kendini yeniden yapılandırmaya devam etme eğilimine nöroplastisite deniyor. Beyniniz ihtiyaçlarını karşılamak için sürekli değişiyor. Bunu iki yoldan yapıyor: Kullanmadığınız sinapsları budayarak ya da kullandığınız sinapsları geliştirerek. Depresyon ve kaygı durumunda beyin değişiyor; depresyon ve kaygı sona erdiğinde yine değişiyor. Diyelim ki, evliliğin yeni bitti, işini kaybettin ve annen de felç geçirdi. Durum epey ağır. Uzun süre beynin ağır bir acı hissettiği için beynin bundan sonra bu hal içinde hayatta kalmaya çalışacağını varsayar - o yüzden sana neşe ve haz getiren şeylerle ilgili sinapslardan kurtulup korku ve umutsuzlukla ilgili sinapsları güçlendirmeye başlayabilir. Acının temel nedenleri ortadan kaybolmuş görünürken çoğu zaman depresyon ya da kaygı haline bir şekilde takılıp kalmış gibi hissetmenin nedenlerinden birisi de bu.”
Buraya kadar yapılan çalışmaları özetleyen yazar şunları aktarıyor: “Uzun bir süredir depresyonu düşünmenin yalnızca iki yolu olduğu söyleniyor. Ya bir zayıflık işareti ya da ya da bir beyin hastalığı. Depresyonun iyileşmesi konusunda iki yaklaşım da pek işe yaramadı. Ama öğrendiğim her şey ortada üçüncü bir seçenek olduğuna işaret ediyor: “Depresyonu büyük ölçüde yaşam tarzımıza verilen bir tepki olarak görmek.”
Aslında çözüm çok basit: Yeniden Bağ Kurmak. Daha doğrusu söylemesi çok basit fakat uygulaması zor. Yazar kitabın son bölümünü tamamen bağ kurmaya ayırıyor. Mevzu yukarıdaki saydığımız maddeler özelinde bağlantısızlığın doğurduğu sıkıntı ve stresle biraz daha iyi baş etmek değil, yeniden bağ kurmaya giden bir yol bulmak. Bu bölümde her madde için birçok öneri, hikaye ve araştırma bulacaksınız. Fakat herhalde kendi adıma en çok önemsediğim ve yazarın da ısrarla vurguladığı bölüm de diğer insanlarla olan ilişkilerimiz.
Çok enteresan bir çalışma yapılmış, içeriğinden bahsetmeyeceğim. Batı ve Uzak Doğu toplumları arasında yapılan bir çalışma bu, kitabı okuyacaklar için sürpriz olsun. Çalışmada çıkan verilere göre şu yorumu yapabiliyorlar: “Mutluluğun ne kadar toplumsal bir şey olduğunu düşünürseniz, o kadar iyi durumda oluyorsunuz.” Sıkıntımızı ve neşemizi etrafımızdaki insanlarla paylaştığımız bir şey olarak görmeye geri döndüğümüzde kendimizi daha farklı hissedeceğiz. Bireysel çözüm arayışı bir tuzak, hatta sorunu yaratan şeyin bir parçası. Yazarın depresyon yaşamış olan kendi çocukluğuna yazdığı mektuptaki gibi: “Oysa depresyondan çıkmak için sen olmamayı öğrenmen gerekiyor, kendin olma. Ne kadar değerli olduğuna saplanıp kalma. Bu kadar berbat hissetmenin bir sebebi sürekli kendini düşünmen zaten. Biz ol. Grubun parçası ol. Kendini başkalarının hikayelerine bırak, onarlın hikayelerinin seninkilere karışmasına izin ver. Bütünün parçası ol. Kalabalığa hitap eden kişi olmaya çalışma. Kalabalık olmaya çalış.” Çoğumuz çok uzun zamandır yanlış şeylere değer veriyoruz. Bizi ruhen hasta eden abur cubur değerlere ‘karşı ritm’ oluşturmamız gerekiyor. “Diğer insanlarla bir araya gelerek, derinlemesine düşünerek ve sahiden önemli şeylerle yeniden bağ kurarak, bizi anlamlı değerlere götüren bir tünel kazmaya başlayabiliriz.”
Özetle dünya çapında yapılan çalışmalar bize şunu söylüyor: “Yaşam tarzımızda bir bir terslik var. O acıyı boğmaya, susturmaya ya da patalojikleştirmeye çalışmayı bırakmamız, o acının üstesinden gelebilmek için o acıyı dinlememiz gerekiyor. Depresyonun önemli ölçüde içinde yaşadığımız kültürde var olan tersliklerin sonucu olduğunu anladığımızda çözümlerin de önemli ölçüde kolektif olması gerektiği açık hale geliyor. Bugüne kadar depresyona ve kaygıya çözüm bulma yükünü sadece bunu yaşayan insanların üstüne yükledik. Daha iyisini yapmaya çalışmaları konusunda onlara dersler veriyoruz. Ama sorun yalnızca onlardan kaynaklanmıyorsa çözümün de yalnızca onlardan gelmesini bekleyemeyiz. Çok uzun süredir kabilesiz ve bağlantısız yaşıyoruz. Artık eve dönme zamanı geldi.”
Keyifli okumalar…