Shakespeare'i her okuyuşumda ya da izleyişimde değiştiğimi fark ediyorum. Üstat o kadar çeşitli ve kıymetli bir külliyat bırakmış ki bizlere hangi dönemde oynarsan oyna güncelle, kendine göre ölç, tart, yont, biç o hala bir Shakespeare fakat senin Shakespeare’in oluyor. Size hazır sunulan devasa bir legodan tasarlanmış bir şato düşünün. Ona hayranlıkla bakarsınız fakat o kadar işlevsel parçalar kullanılmıştır ki bir an önce maketi söküp, kendi imgeleminize göre yeni evler tasarlarsınız ve o evlere o şatonun ruhu işler. İşte tiyatrocular için de Shakespeare oynamak böyledir. Bir hesaplaşma, bir öze dönme, kendine bir reset atmadır. Araştırma, derinleşme, başkalaşmadır. O sebeple her Shakespeare izleyişimde oyun oluşturma sürecinin kadroya ne büyük katkılar sağladığını düşünerek imrenirim. İşte dün akşam da aynı heyecanı yaşadım Moda Sahnesi’nde. Kemal Aydoğan yönetimindeki “Şirreti Evcilleştirmek” oyunuyla dolu dolu bir Shakespeare gecesinin tadını çıkardık. |
0 Comments
Hepimizin hayatında zaman zaman depresif hissettiği dönemler olmuştur. Hayatınızı film şeridi gibi gözden geçirin geçmişte yaşadığınız belli dönemlerde çıkışsız ve çözümsüz kaldığınız, berbat hissettiğiniz, hayatınızın alt üst olduğunu düşündüğünüz, bir renk olsa “simsiyah” olarak nitelendirebileceğiniz kaotik dönemler olmadı mı? Depresyon aslında -klinik tanımını bir kenara bırakalım- beyninizin size verdiği bir mesaj. Peki bu durumda depresyona verdiğiniz tepki ne oluyor? Bunu bir hastalık olarak kabullenip ilaç yoluyla tedaviye mi yanaşmak, kalıtsal bir aktarım olarak mı görmek yoksa vücudun bu duruma verdiği sağlıklı bir tepki olarak mı yorumlamak gerekiyor? Ve asıl soruya gelelim neden günümüzde depresyon yaşayan insanların sayısı git gide artıyor. Gerçek neden ne? Johann Hari’nin “Çalınan Dikkat” kitabını okuyunca çok etkilenmiştim ve bir önceki blog yazım da bu kitap üzerineydi. Bunu gören birkaç takipçimden şu yorum geldi: “Bir de ‘Kaybolan Bağlar’ kitabını oku, çok etkileneceksin.” Gerçekten de öyle oldu. Hari bu kitaplarla bir gazeteci olarak çok başarılı işlere imza atmış. Beni en çok etkileyen tarafı ise yazarın her iki kitapta da depresyon ve bağımlılığın kökenlerini toplumsal düzlemde ele alması. Birçok sorunun kaynağını kendimize bağlamayı ve bu sorunların çözümünün yalnızca kendimizi değiştirmekle aşılabileceği fikrini o kadar çok içselleştirmişiz ki aksini düşünmek artık bir nevi yabancılaştırıcı bir etki yaratıyor. Toplumsal olana kafa yormaya unutturulduğumuz, “kişisel gelişim” kitaplarının etkisinden kafamızı kaldıramadığımız şu dönemde ilaç gibi gelen bu kitabı sizler için özetlemeye çalışacağım. Her hafta kitapçıları gezer, yeni çıkan kitaplara göz gezdiririm. Beni sırada bekleyen kitap bu sefer bir arkadaşımın önerisiyle geldi. Britanyalı gazeteci-yazar Johann Hari’nin yeni yayınlanan kitabı “Çalınan Dikkat”ı okudum ve üzerine bir değerlendirme yazmam gerektiğini hissettim. Kaldı ki bu kitabın bende başka bir etkisi de uzun zaman önce mola verdiğim blog yazma macerama beni geri döndürmesi oldu. Sebebi de aslında başlıkta gizli. Kitabı tüm ebeveynlere ve öğretmenlere gönül rahatlığıyla önerebilirim. Yıllardır aslında üzerine düştüğümüz bir konuya farklı bir perspektiften yaklaşmış. Özellikle son yıllarda çocuklarımızın ve bizim baş belamız haline gelen “dikkat eksikliği”bin kökenlerini ve nedenlerini on iki başlık üzerinden inceliyor ve her başlığı farklı görüşlere sahip bilim insanlarıyla birlikte değerlendiriyor. Özellikle de “özgür irade”ye sahip olduğumuzu düşündüğümüz insanlar olarak ne kadar özgür olduğumuzu- ya da şöyle demeli- ne kadar özgür olmadığımızı örneklerle gösteriyor. Aslında kitapta geçen şu cümle kitaptaki tartışmaları özetler nitelikte: “Ne zaman telefonunuzu elinizden bırakmaya kalksanız perde arkasında yeniden elinize almanız için uğraşıp didinen bin tane mühendis varsa, ne zaman işlenmiş gıdaları bırakmaya çalışsanız bir grup uzman pazarlamacı var.” Yıllardır kendim hakkında büyük bir kafa karışıklığı yaşıyorum: Çocukluğum ve özellikle de yaz tatillerim çok keyifli mi geçti, yoksa benim için bir işkence miydi? Taşrada büyümüş bir çocuk olarak üniversiteye gelene kadar her yaz tatilinde çalıştım. Akademik olarak başarılıydım, aynı zamanda “gerçek hayatı” öğrenmem gerektiğini düşünen bir aile ortamında büyüdüm. Fakat sadece ailemin isteği değil kendi isteğim de çalışmamda etkili oldu. Öncelikle ufak girişimlerle başlayan kendi işimi kurma maceralarım vardı, fakat bu çocuk girişimcinin elinden kimse tutmamıştı. En küçük girişimcilik maceram büyük bir mıknatıs bulmak ve onun ucuna ip bağlayıp sokak sokak gezip mıknatısın çektiği metal parçalarını biriktirip eskiciye satmak olmuştu. Fakat bir-iki gün gibi kısa bir sürede bu işin en fazla sakız alabilecek kadar para kazandırabileceğini görmem zor olmadı. Bu ilk maceram ilkokul yıllarımın başlarına dayanıyor. Yine ilkokul yıllarımda dükkânları gezip kader kısmet satma, buz dondurma satma, kırtasiyeden aldığım toplu Ninja Kaplumbağalar çıkartmalarını sınıf arkadaşlarıma tek tek satma (karlı bir işti J ) babamla birlikte pazarlara gidip tatlı satma girişimlerimde ufak çapta kazançlarım olmuştu. Fakat ilk “gerçek anlamda” iş deneyimim bir poşetçinin yanında çırak olarak işe başlamamdı diyebilirim. Yaş 37 – Evli ve bir oğlan çocuk sahibi bir baba kimliğimle yazıyorum bu satırları. İtiraf ediyorum, lise yıllarımda toplumsal cinsiyet klişeleriyle büyümüş bir taşralı olarak alışılmış olanı sorgulama gibi bir derdim hiç olmadı, zaten bunun sorgulanması gereken bir şey olduğunu bile düşünmemiştim. Üniversiteye geldiğimde ise BÜO (Boğaziçi Üniversitesi Oyuncuları) maceramla birlikte çok şey değişmişti. Tiyatro yapmak için oyunları, hayatı ve özellikle de kendi yaşantımızı iyi analiz etmemiz gerekiyordu. Yaptığımız tiyatronun belki de mesleğim olan öğretmenlikle en çok çakışan yönü de buydu: Çocuklara sorgulamayı öğretmek. Ama bunun için doğası gereği hayatı sorgulamayı bilen öğretmenlerin bu işi yapması gerekiyordu. Biz kendimizi bu yönde geliştirdik. Hayatımızı sorgulayarak, yaşam pratiklerimizi daha eşitlikçi bir çerçevede kurgulayarak geçirdik tüm kampüs yaşantımızı ve sonrasında da hayatımız hala bu çerçevede kurgulamaya devam ediyoruz. “Zorlu bir mücadele veren herkese karşı nazik olun, ve insanların aslında nasıl biri olduğunu görmek istiyorsanız tek yapmanız gereken, bakmak….” Son izlediğim filmin final repliği. Arkadaşlarımın övgülerine rağmen yeni izleme fırsatı bulduğum “Wonder/Mucize” adlı filmden alıntı. Film temelde “zorbalık” teması üzerinden ilerlese de aslında filmin “ihmalkarlığın çocuk üzerindeki etkileri” üzerine de çok şey söylediğini belirtmekte fayda var. Baş karakterimiz Auggie yüzündeki deformasyondan dolayı “farklı” görüntüsü sebebiyle diğer çocuklardan ayrışan bir öğrencidir. Annesiyle birlikte evde eğitim aldıktan sonra artık aile Auggie’nin kalabalıklara açılması konusunda anlaşmıştır. (Her ne kadar baba bu konuda isteksiz görünse de) Zaten filmin yoğunlaştığı dönem de Auggie’nin ortaokula başladığı ilk senedir. Filmin başında diğer çocuklar Auggie’yi kabullenmezken daha sonra “aslında özünde ne kadar iyi bir insan” olduğunu anlayacaklardır. En sonunda bu kabullenme süreci ailesi ve Auggie için hayati bir öneme sahip olacak ve film mutlu sonla bitecektir. -Bizi tercih etmenizin sebebi nedir? - Aslında JobSnap’ten yolladığım video özgeçmişimde anlatmıştım ama sanırım onu izlemediniz. Teknoloji konusunda önemli adımlar atmışsınız fakat özellikle web sitenizi güncelleme konusunda belli eksiklikleriniz olduğunu da söyleyebilirim. Ama sorun değil bu isle ilgilenen arkadaşlar için güzel bir Youtube kanalı önerebilirim. İş ünvanı olarak “İlham Şefi” tabirini kendime çok yakıştırıyorum, iş tanımım konusunda ise size en kısa zamanda bir öneri sunacağım. Bu arada kendi alanım dışında halkla ilişkiler departmanıyla da irtibat halinde olmak isterim, açıkçası biraz da bu damarımı tatmin etmek istiyorum. Ayrıca şirketle ilgili bir problem yaşarsanız bana çekinmeden bildirebilirsiniz. Hepimiz hata yapabiliriz, değil mi? Hata yapmanın hayat felsefemde önemli bir yeri var. Umarım burada da bol bol hatalarım olacak. - ………………………… Yukarıdaki diyaloğun gidişatına göre boşluğu doldurunuz. Bu görüşmeyi gerçekleştiren insan kaynakları çalışanının yerinde olmak ister miydiniz? Hazırlıklı olun, çünkü bu tarz diyaloglar çok yakın. İşte karşınızda Z kuşağı. Yani Z kuşağı artık İŞ’te. Bir insanı tanıtmak için sıfatların yetersiz kaldığını düşündünüz mü hiç? Yakın zamanda matematik dersinde öğrencilerime Descartes’dan bahsederken hem filozof, hem matematikçi hem de bilim insanı dediğimde öğrencilerden birisi şu soruyu sormuştu: “Neden ki?” Sanayi Devrimi’nden sonra “uzmanlaşma”nın her disiplini parça parça ettiği çağları yaşayan insanlara bir insanın birçok alanda farklı ürünler verebileceği fikri garip geliyor haliyle, özellikle de yeni kuşaklara. Halbuki tam da entelektüel bir bakış edinmeleri gereken bir dönemde yaşarken. Sizlere Descartes’dan çok daha yakın bir dönemde yaşamış önemli bir entelektüelden bahsetmek istiyorum: Bertrand Russell. Yeni kuşaklara kendisini tanıtmak boynumuzun borcu. Peki kimdir Russell? BGST Yayınları’ndan çıkan son kitabı (aslında kitabın orijinali 1932 basımlı) “Eğitim ve Toplum Düzeni”nin kapağına baktığınızda şöyle bir cümleyle karşılaşacaksınız: “Britanyalı felsefeci, mantıkçı, matematikçi, tarihçi, yazar, toplumsal eleştirmen ve politik aktivist.” Bir ömre çok şey sığdırmış ve dünya çapında çığır açan fikirlerin öncülüğünü yapmış bir entelektüel. Üstelik açtığı tartışmaların çoğu yıllar öncesinden günümüze kadar güncelliğini koruyor. Eğitim üzerine yaptığımız tartışmalar gündemimizden hiç düşmüyor. Sistemdeki eksiklikler, çocuklarımızın geleceği, okulların durumu, sınav sistemleri, eğitimde teknoloji kullanımı, 21. Yüzyıl becerileri vs. Tüm bunları tartışırken eğitimde önemli bir bileşeni göz ardı etmiyor muyuz? Eğitim sistemini revize edelim ama çocuk üzerinde daha da büyük etkisi olan kalıpları sorgulamanın zamanı gelmedi mi? Ebeveynler ve yeni kuşak ebeveyn tutumları. Bu konu fazlasıyla tartışılmaya değer. Sürekli olarak çocukları bilmediğimiz ve öngöremediğimiz gelecek için yetiştirdiğimizi dillendiriyoruz. Değişimin çok hızlı gerçekleştiği, birçok mesleğin hızla ölüp yerine başka mesleklerin doğduğu bir çağda yaşadığımızı belirtiyoruz. Eğitim açısından rasyonel adımlar atmak isteyen herkesin ortaklaştığı nokta ise bu çocukların artık bilgi değil beceri merkezli bir anlayışla kendi geleceklerini şekillendirecekleri gerçeği. Dolayısıyla yakın gelecekte sürekli değişen koşullara adapte olabilme ve belki de koşulları değiştirebilme becerisinin ön planda olacağını söylemek yanlış olmaz. Böyle bir gelecek için yetiştireceğimiz çocukları günlük pratiklerimiz ne ölçüde etkileyecek? Üniversite yıllarımızda BÜO (Boğaziçi Üniversitesi Oyuncuları) bizim için müthiş bir okuldu. Hem kendi kendimize hem de deneyimli kuşakların yardımıyla hayatı sorgulayıp öğrendiğimiz hem de derslerden çok üretime yoğunlaştığımız bir okul. Kendini kaptırmanın da ötesinde bir şeydi tiyatro çalışmak bizim için, güney kampüsten aşağı inerken yolda yanlışlıkla rolünüze kapılıp insanların size garip garip baktığı bir tutkuydu. Gece vakti arkadaşınızla aklınıza bir şey geldiğinde sahneye gitmeye üşenmeyip doğaçlama yaptırtacak bir istekti. En heyecenlı dönemlerimiz ise herkesin oyun öneriyle geldiği ve bir sonraki senenin prodüksiyonun belirlendiği toplantılardı. Herkes kulübün ihtiyaçları doğrultusunda kadroyu en çok geliştirecek oyunu seçme telaşındaydı. Özellikle yeni kuşakların tiyatrocu olma yolunda yetişmeleri öncelikli kriterlerimizden biriydi yani deneyim aktarımı. (Bunları hoş bir mazi olarak anlatmıyorum, BÜO uzun süredir hala çalışmalarını aynı anlayışla sürdürüyor. Oyunlar çıktıkça kaçırmayın derim.) |
Eser DilsözMatematik Öğretmeni Arşiv
January 2023
Kategoriler |