Matematikçiler için bir yere kadar basit ama matematikçi olmayanlar içinse biraz daha zorlanacakları bir soruyla başlayalım. Bir kişisiniz ve her sene bölünerek sayınız iki kat artıyor. Kafanızdan saymaya başlayın bakalım kaça kadar ilerleyebileceksiniz? 256, 512, 1024… gitgide problem için harcadığınız sürenin arttığını fark etmişsinizdir. 5. sene sadece 16 kişiyken 51. Seneye geldiğinizde 1125899906842624 kişiye ulaştığınızı söylesem bunun ne ölçüde muazzam bir artış olduğuna şaşırıp kalacaksınız. Üstel fonksiyonun gücü!
Aslında geçtiğimiz senelerde piyasaya çıkan ünlü bestseller yazarı Dan Brown’un Cehennem adlı kitabında bu muhteşem güce müthiş göndermeler var ve kitabın etkisi de matematiğin tam da hayatın içinde yüzümüze gerçekleri acımadan vurmasıyla anlamlanıyor. Karşınıza çıkardığı grafiğe bakınca görüyorsunuz ki dünya artık popülasyonu kaldıramıyor ve artık 2100’lü yılları zor göreceğiz, o yüzden nüfusu azaltmanın etik olmayan yollarının sorgulandığı bir anlayışın tartışması üzerine kurulu bir kitap. Tabi ki “etik” olanın ne olduğu konusunda kafanızın karışacağını belirteyim. Okuyacak olanların şevkini daha fazla kırmak istemem.
Aslında geçtiğimiz senelerde piyasaya çıkan ünlü bestseller yazarı Dan Brown’un Cehennem adlı kitabında bu muhteşem güce müthiş göndermeler var ve kitabın etkisi de matematiğin tam da hayatın içinde yüzümüze gerçekleri acımadan vurmasıyla anlamlanıyor. Karşınıza çıkardığı grafiğe bakınca görüyorsunuz ki dünya artık popülasyonu kaldıramıyor ve artık 2100’lü yılları zor göreceğiz, o yüzden nüfusu azaltmanın etik olmayan yollarının sorgulandığı bir anlayışın tartışması üzerine kurulu bir kitap. Tabi ki “etik” olanın ne olduğu konusunda kafanızın karışacağını belirteyim. Okuyacak olanların şevkini daha fazla kırmak istemem.
Kurgu-gerçek sınırlarının belirsizleştiği gerçek verilerden beslenen karanlık dünya tasvirini bir kenara koyalım ve asıl gelmek istediğim noktaya dolaylı olarak ulaşalım. Aslında kurgu kısmını çekip çıkarttığınızda çıplak gerçek net: İnsan nüfusunun bu artış hızının üstel bir şekilde olması birçok artışın da üstel şekilde olmasını da beraberinde getiriyor. Kağıt tüketimi, karbon monoksit yoğunluğu, soyların tükenmesi, su kullanımı vs. Tüm bu grafikleri üst üste koyduğunuzda yandaki grafiğe çok benzer bir durumla karşılaşacaksınız.
Peki bu değişim hızı hayatımıza yansımıyor mu? Aslında ironik olan şu; bu hız biz onu sorgulayana kadar zaten başka bir biçim almış oluyor, paradoksal bir durumun içinde buluyoruz kendimizi. Özellikle dünya savaşları ve sonrasında ulus devlet idealleri, rasyonalite, anlam, örgütlülük vs. hepsi bilinçli ya da bilinçsiz sorgulanıyor. Değişim kaçınılmaz…
Savaş yıkımlarından sonra “anlam”, anlamını yitiriyor. Artık lineer, rasyonel ve durağan olana bir darbe geliyor. Zamanla tek ve muğlak olan her şey sorgulanıyor ve o tekliğin yerini çokluk alıyor. Çokluk fakat “kitle” olamamış, olmamış, olmayı da düşünmeyen bir çokluk. Çünkü kitle olmak değişimi hantallaştırıyor, değişimin ruhu değişime en hızlı ayak uydurabilecek olan bireyde bitiyor. Hatta bireyin vücudu bile bu hıza ayak uydurmada çok geç kalıyor, ancak düşünceler değişimi zor da olsa yakalıyor. Vücut bir yere gidemese bile düşünceler çok hızlı hareket ediyor ve etkileşimcisini buluyor. Hatta bu bile yetmiyor. Değişimin zamanını bile çok küçük parçalara bölüyoruz. İnstagram ve twitter vasıtasıyla geniş zaman algımızın öldüğü bir gerçek, “anlara” odaklanıyoruz.
Çok geriye bakmadan birazcık “an”a yoğunlaşıp geçirdiğimiz değişimleri inceleyin ve sorgulayın. Artık uzun bir şey okumaya ya da yazmaya dayanabiliyor musunuz? Twitter’de kısa cümleler yazıp paylaşmak size daha cazip gelmiyor mu? Her şey çok hızlı akarken en durağan kurum olan evlilik kurumunun tüketim hızınıza adapte olamadığının farkında değil misiniz? Bir an orada olup başka bir anda diğer tarafta olmak hoşunuza gitmiyor mu? Sanki hayatı bilgisayar ekranındaki arka arkaya açılan web sayfaları gibi üst üste binmiş görmüyor musunuz? İnternete girdiğinizde bir siteden başka bir siteye atlarken bunun hayatınızın tüm alanlarına sirayet edebileceğini hiç düşünmediniz mi? Eskiden tüketim amaçlı pop şarkılarda dahi söz ve müzikte anlam bulabilirken, artık müziğe uydurulmuş sözlerle eğlenmiyor musunuz? Eskiden mahalledekilerle sınırlı olan "network"unuz sayamadığınız kadar çok kişiye ulaşabilecek düzeye gelmedi mi? Günlük gazeteyi elinize aldığınızda “iyi de ben bu haberi çoktan okumuştum” demiyor musunuz? İnsanlık için genel olan doğrular mı yoksa kendi doğrularınız mı daha önemli? Vs. vs.
Sorular artıyor ve cevaplar da. Bu değişim hızını yakalayamayanlar eleniyor, ulus devlet ideologlarının Sosyal Darwinistlere referansla “güçlü olan devlet ayakta kalır” anlayışı yerini “güçlü olan birey değişime ayak uydurabildiği hızda ayakta kalır”a dönüşüyor. Bu değişimin olumlu ya da olumsuz olduğunu tartışmak da bir açıdan ironik oluyor, karşımıza “neye göre olumlu, kime göre olumsuz” gibi önemli bir soru ortaya çıkıyor ve dönüp dolaşıp görelilik kavramına, mutlak doğru olmayışına geliyoruz.
Evet postmodern diye de tanımlanan günümüz anlayışını belki de yıllar geçtikçe daha net analiz edebileceğiz, belki de “an”a yoğunlaşmaktan analiz yetimizi yitireceğiz. Fakat şu bir gerçek ki değişimin hızlanması, eşit uzaklıktaki iki mesafenin çok daha hızlı alınacağı anlamına geliyor. Dolayısıyla iki zaman arasındaki farkta da büyük değişimlerle karşılaşacağız.
Bu değişimin en ilginç yansıması eğitim alanında karşımıza çıkıyor. Klasik anlamda bir eğitim anlayışından geçmiş bir kuşak, yapılandırmacı diye adlandırılan bir eğitim anlayışıyla yetiştirilmeyi hedefleyen yeni kuşağı yetiştiriyor. Yani kısaca şöyle açıklayalım, garip sesler çıkaran bir bebeğin kendi akranına konuşmayı öğretmesi gibi bir şey. “En azından sistemin iyileştirilmesi için bir şeyler yapılıyor” diyenler vardır, tabi ki program geliştirme için uğraşıyorlar fakat bıçak körken bilemeden bir şey kesmek imkansız, dönüp dolaşılıp aynı kısır döngüye geliniyor. Böyle giderse okul etiketten ibaret hale gelecek, hatta o etiket bile önemsizleşecek, okula ve öğretmene ihtiyaç azalacak, hatta kurumsal öğrenmenin yerini tamamen yaşayarak, kendi kendine ya da etkileşimli öğrenme alacak.
Evet, klasik yöntemlerle yetişmiş bir öğretmen olarak yapılandırmacı modeli benimseyip uygulama aşamasında hepimiz çok zorlandığımızı söyleyebilirim fakat maalesef hala içinde yaşadığımız kültür ve vazgeçemediğimiz alışkanlıklar bizi bir adım öteye taşımamak için önümüze engeller çıkarıyor. Üstelik eğitim fakültelerinde verilen eğitimin temelinde de bu sorunun yattığının farkında değiller. Evet, bize yapılandırmacı eğitimde yıllarca ne yapmamız gerektiği konusunda eğitim verdiler, önümüze çok güzel makaleler koydular, yapılandırmacılığı çok güzel yalayıp yuttuk. Ama çok önemli bir şeyi unuttular; nasıl yapmamız gerektiği, daha doğrusu kendimizi nasıl değiştireceğimiz.
Kısaca bahsetmek gerekirse yapılandırmacı eğitim anlayışının temelinde “öğrenen” kişi olduğunu söyleyebiliriz. Bilgi kişisel bir katkıda bulunmaksızın, pasif olarak alınarak oluşturulamaz. Yani öğrenme, pasif bir süreç değil, aktif bir anlam üretme sürecidir. Şu anda milyonlarca veriyi depolayabilecek hafıza kartları, “insanlığa hizmet eden” yapay zekâlar varken bu hamallığı neden yapıyoruz diye sorgulamaya başladı insanlık. Ansiklopedi ezberleyen insanlar gördü bu ülke. Bilgiye ulaşmak zordu, öğrenmede ise temel olan bilgiyi elde etmekti. Şimdi bakıyoruz ki bilgiye istediğimiz yerde ulaşabiliyoruz, hatta hemen kullanıp atıyoruz, “an”a yoğunlaşıyoruz, çünkü bilgiyi kafada tutmak için bir nedenimiz yok, çünkü her an elimizin altında, bir tıkla geliyor, bir tıkla gidiyor. Dolayısıyla temel sorunumuz bilgiyi nerede ve nasıl kullanacağımız oluyor.
Durum bu olunca da öğretmenin işlevi ise toptan değişiyor. Bilginin aktarıcısı olmaktan çıkıyor bilgiye ulaşmada yönlendirici oluyor. Kimya dilinde konuşacak olursak öğrenci ve öğretmen reaksiyona girince öğrenme oluşmuyor. Öğrenci ve hayatın içinde eriyik halde bulunan veriler reaksiyona giriyor öğrenme gerçekleşiyor fakat öğretmen katalizörüyle birlikte süreç hızlanıyor.
Öğretmenin rolü bu şekilde olunca sınıf içerisindeki konumu da değişiyor. Nasıl ki postmodern anlayışta genel geçer doğrulardan sıyrılıp görelilik kavramı hâkim olmaya başlamışsa, eğitimdeki yansıması da her öğrencinin kendi doğrularını oluşturması oluyor. Kavramları vermekten kaçınıyoruz, onlardan kendi kavramlarını oluşturmalarını bekliyoruz. Bu yüzden öğrencilerin hayatı yarı kurgusal bir ortamda keşfetmesi, sorgulaması, analiz etmesi, etkileşimli öğrenmesi ve kendi doğrularını oluşturması önem kazanıyor.
Değişim hızında olamayan her şey onlara durağan geliyor. Bu yüzden artık öğrenciler kalıcılığı ve düzeni imleyen hantal kitap ve defterleri çekici bulmuyorlar. Bu yüzden onlar için parmağı tek hamle oynatarak yazı yazan tuşlar varken çok hamleli oynatıp el yazısı yazmayı mantıklı bulmuyorlar. Bu yüzden yapısı gereği hareketli bir konumda olamayan ve hayatlarının büyük kısmını oluşturan okulda en önemlisi de sabit bir sınıfta sıkışıp kalmaktan hiç zevk almıyorlar, bu yüzden derslerde “çıt çıkarmadan” duramıyorlar harekete yöneliyorlar. Bu yüzden her şeyden çok çabuk sıkılıyorlar, bu yüzden parçalı “an”ı yaşamaya yoğunlaşmış bir grubu 40 dakika boyunca sabit bir yerde tutmak çok zor.
İşte bu yüzden kolaylaşmış gibi görünen öğretmen pozisyonu daha da kompleks bir hale gelmeye başlıyor. Hayatı boyunca birileri tarafından sorgulanmış ve hayatı sorgulamayı çok geç öğrenen ya da hiç öğrenememiş, gerontokrasi eğilimli öğretmenlere “öğrencilerinize sorular sorarak sorgulamayı, kuralları birlikte koyarak demokratik davranışı, etkinlik yaparak yaşayarak öğrenmeyi” öğretin diyorlar. Ama anlamadıkları bir şey var ki ne soru sormak sorgulamak için yeterli, ne herkese eşit söz verilince demokrat olunuyor ne de çocuklar eğlenerek öğrensin mantığıyla yapılan etkinlikler animasyon mantığının ötesine geçebiliyor. Öğretmenlerin asıl eğitilmesi gereken nokta eleştiri yapmaktan-kime olursa olsun- ve eleştiri almaktan –kimden olursa olsun- çekinmemeleridir. Kendini ve çevresini düzenli sorgulamayan bir öğretmen soru sormayı sorgulamakla bir tutar, “öğrenci bana soru sorabiliyor, biz eskiden soru bile soramazdık” der geçer. Öğretmen çağın hızının ve öğrencilerin onun yönlendirmelerine ihtiyaç duyduğunun farkında olmalıdır. Öğrenci sanal dünyada yaşadığı sınırsızlığını benzer şekilde okulda da sürdürmeye çalışacaktır, öğretmen ona toplum sınırları konusunda nasıl yardımcı olabileceğini bilmelidir.
Öğretmen, hızın ve değişimin her zaman pozitif katkısı olmadığını, çoğu zaman hızlı tüketime yönlendirdiğini, olumlu bir tarafa yöneltip üretime katkı sağlayan bir anlayış benimsemesinin öğrencide farklı bir anlayış geliştireceğini bilmelidir.
Öğretmen mizahı çok iyi kullanabilmelidir, Bergson’un belirttiği gibi gülmenin bulaşıcı olduğunu düşünürsek, onun gücünden faydalanabilmeli ve öğrencilerini de bu konuda teşvik etmelidir.
Öğretmen, Yüzüklerin Efendisi Frodo’nun yüzüğü taktığında kendinden geçişini, sorgusuz iktidarın insanı nasıl yozlaştırdığını algılayabilmelidir.
Bunun gibi birçok maddeyi saymak mümkün. Ne kadarını ne kadar gerçekleştirebiliyoruz, orası meçhul. Yeni modelin 2005 yılında Türkiye’de uygulanmaya başlandığını düşündüğümüzde aslında bu modelle yetişen küçüklerin şimdi lise ve üniversitede olduklarını unutmamak gerekiyor ve onların bir kısmının da gezi olaylarında karşımıza çıktığını görebiliriz.
Peki şimdi gelelim zurnanın zortladığı yere. Bu çocuklar yeni sistemin ilk denekleri. (Her ne kadar "yapılandırmacı" yaklaşım dünya çapında sorgulansa da bizim için hala yenilikçi duruyor.) Şimdi gerçekten gezi parkı olaylarına yoğunlaşalım ve bu çocukların aldıkları eğitimi kafanızda canlandırın, öğretmenlerini düşünün ve cevabı bulmaya çalışın.
Sizce bu çocuklar çevrelerinde olup biteni sorgulamayı öğretmenlerden mi öğrendi?
Yeni eğitim modelleri mi öğretti onlara dayanışma halinde hareket etmeyi?
Öğretmenlerden mi öğrendiler kuralları katılımcı olarak birlikte koymayı?
Dersteki etkinliklerden mi öğrendiler hayatı direnişin içine katmayı?
Derslere katkı sağlamak için parmak kaldırırken mi öğrendiler twit atarak direnişe katkı sağlamayı?
Öğretmenleri mi onlara mizahın ne kadar etkili bir iletişim aracı olduğunu gösterdi?
Hangisi?
Başardık mı? Yoksa başarısızlığımızın geldiği son nokta mı?
Peki bu değişim hızı hayatımıza yansımıyor mu? Aslında ironik olan şu; bu hız biz onu sorgulayana kadar zaten başka bir biçim almış oluyor, paradoksal bir durumun içinde buluyoruz kendimizi. Özellikle dünya savaşları ve sonrasında ulus devlet idealleri, rasyonalite, anlam, örgütlülük vs. hepsi bilinçli ya da bilinçsiz sorgulanıyor. Değişim kaçınılmaz…
Savaş yıkımlarından sonra “anlam”, anlamını yitiriyor. Artık lineer, rasyonel ve durağan olana bir darbe geliyor. Zamanla tek ve muğlak olan her şey sorgulanıyor ve o tekliğin yerini çokluk alıyor. Çokluk fakat “kitle” olamamış, olmamış, olmayı da düşünmeyen bir çokluk. Çünkü kitle olmak değişimi hantallaştırıyor, değişimin ruhu değişime en hızlı ayak uydurabilecek olan bireyde bitiyor. Hatta bireyin vücudu bile bu hıza ayak uydurmada çok geç kalıyor, ancak düşünceler değişimi zor da olsa yakalıyor. Vücut bir yere gidemese bile düşünceler çok hızlı hareket ediyor ve etkileşimcisini buluyor. Hatta bu bile yetmiyor. Değişimin zamanını bile çok küçük parçalara bölüyoruz. İnstagram ve twitter vasıtasıyla geniş zaman algımızın öldüğü bir gerçek, “anlara” odaklanıyoruz.
Çok geriye bakmadan birazcık “an”a yoğunlaşıp geçirdiğimiz değişimleri inceleyin ve sorgulayın. Artık uzun bir şey okumaya ya da yazmaya dayanabiliyor musunuz? Twitter’de kısa cümleler yazıp paylaşmak size daha cazip gelmiyor mu? Her şey çok hızlı akarken en durağan kurum olan evlilik kurumunun tüketim hızınıza adapte olamadığının farkında değil misiniz? Bir an orada olup başka bir anda diğer tarafta olmak hoşunuza gitmiyor mu? Sanki hayatı bilgisayar ekranındaki arka arkaya açılan web sayfaları gibi üst üste binmiş görmüyor musunuz? İnternete girdiğinizde bir siteden başka bir siteye atlarken bunun hayatınızın tüm alanlarına sirayet edebileceğini hiç düşünmediniz mi? Eskiden tüketim amaçlı pop şarkılarda dahi söz ve müzikte anlam bulabilirken, artık müziğe uydurulmuş sözlerle eğlenmiyor musunuz? Eskiden mahalledekilerle sınırlı olan "network"unuz sayamadığınız kadar çok kişiye ulaşabilecek düzeye gelmedi mi? Günlük gazeteyi elinize aldığınızda “iyi de ben bu haberi çoktan okumuştum” demiyor musunuz? İnsanlık için genel olan doğrular mı yoksa kendi doğrularınız mı daha önemli? Vs. vs.
Sorular artıyor ve cevaplar da. Bu değişim hızını yakalayamayanlar eleniyor, ulus devlet ideologlarının Sosyal Darwinistlere referansla “güçlü olan devlet ayakta kalır” anlayışı yerini “güçlü olan birey değişime ayak uydurabildiği hızda ayakta kalır”a dönüşüyor. Bu değişimin olumlu ya da olumsuz olduğunu tartışmak da bir açıdan ironik oluyor, karşımıza “neye göre olumlu, kime göre olumsuz” gibi önemli bir soru ortaya çıkıyor ve dönüp dolaşıp görelilik kavramına, mutlak doğru olmayışına geliyoruz.
Evet postmodern diye de tanımlanan günümüz anlayışını belki de yıllar geçtikçe daha net analiz edebileceğiz, belki de “an”a yoğunlaşmaktan analiz yetimizi yitireceğiz. Fakat şu bir gerçek ki değişimin hızlanması, eşit uzaklıktaki iki mesafenin çok daha hızlı alınacağı anlamına geliyor. Dolayısıyla iki zaman arasındaki farkta da büyük değişimlerle karşılaşacağız.
Bu değişimin en ilginç yansıması eğitim alanında karşımıza çıkıyor. Klasik anlamda bir eğitim anlayışından geçmiş bir kuşak, yapılandırmacı diye adlandırılan bir eğitim anlayışıyla yetiştirilmeyi hedefleyen yeni kuşağı yetiştiriyor. Yani kısaca şöyle açıklayalım, garip sesler çıkaran bir bebeğin kendi akranına konuşmayı öğretmesi gibi bir şey. “En azından sistemin iyileştirilmesi için bir şeyler yapılıyor” diyenler vardır, tabi ki program geliştirme için uğraşıyorlar fakat bıçak körken bilemeden bir şey kesmek imkansız, dönüp dolaşılıp aynı kısır döngüye geliniyor. Böyle giderse okul etiketten ibaret hale gelecek, hatta o etiket bile önemsizleşecek, okula ve öğretmene ihtiyaç azalacak, hatta kurumsal öğrenmenin yerini tamamen yaşayarak, kendi kendine ya da etkileşimli öğrenme alacak.
Evet, klasik yöntemlerle yetişmiş bir öğretmen olarak yapılandırmacı modeli benimseyip uygulama aşamasında hepimiz çok zorlandığımızı söyleyebilirim fakat maalesef hala içinde yaşadığımız kültür ve vazgeçemediğimiz alışkanlıklar bizi bir adım öteye taşımamak için önümüze engeller çıkarıyor. Üstelik eğitim fakültelerinde verilen eğitimin temelinde de bu sorunun yattığının farkında değiller. Evet, bize yapılandırmacı eğitimde yıllarca ne yapmamız gerektiği konusunda eğitim verdiler, önümüze çok güzel makaleler koydular, yapılandırmacılığı çok güzel yalayıp yuttuk. Ama çok önemli bir şeyi unuttular; nasıl yapmamız gerektiği, daha doğrusu kendimizi nasıl değiştireceğimiz.
Kısaca bahsetmek gerekirse yapılandırmacı eğitim anlayışının temelinde “öğrenen” kişi olduğunu söyleyebiliriz. Bilgi kişisel bir katkıda bulunmaksızın, pasif olarak alınarak oluşturulamaz. Yani öğrenme, pasif bir süreç değil, aktif bir anlam üretme sürecidir. Şu anda milyonlarca veriyi depolayabilecek hafıza kartları, “insanlığa hizmet eden” yapay zekâlar varken bu hamallığı neden yapıyoruz diye sorgulamaya başladı insanlık. Ansiklopedi ezberleyen insanlar gördü bu ülke. Bilgiye ulaşmak zordu, öğrenmede ise temel olan bilgiyi elde etmekti. Şimdi bakıyoruz ki bilgiye istediğimiz yerde ulaşabiliyoruz, hatta hemen kullanıp atıyoruz, “an”a yoğunlaşıyoruz, çünkü bilgiyi kafada tutmak için bir nedenimiz yok, çünkü her an elimizin altında, bir tıkla geliyor, bir tıkla gidiyor. Dolayısıyla temel sorunumuz bilgiyi nerede ve nasıl kullanacağımız oluyor.
Durum bu olunca da öğretmenin işlevi ise toptan değişiyor. Bilginin aktarıcısı olmaktan çıkıyor bilgiye ulaşmada yönlendirici oluyor. Kimya dilinde konuşacak olursak öğrenci ve öğretmen reaksiyona girince öğrenme oluşmuyor. Öğrenci ve hayatın içinde eriyik halde bulunan veriler reaksiyona giriyor öğrenme gerçekleşiyor fakat öğretmen katalizörüyle birlikte süreç hızlanıyor.
Öğretmenin rolü bu şekilde olunca sınıf içerisindeki konumu da değişiyor. Nasıl ki postmodern anlayışta genel geçer doğrulardan sıyrılıp görelilik kavramı hâkim olmaya başlamışsa, eğitimdeki yansıması da her öğrencinin kendi doğrularını oluşturması oluyor. Kavramları vermekten kaçınıyoruz, onlardan kendi kavramlarını oluşturmalarını bekliyoruz. Bu yüzden öğrencilerin hayatı yarı kurgusal bir ortamda keşfetmesi, sorgulaması, analiz etmesi, etkileşimli öğrenmesi ve kendi doğrularını oluşturması önem kazanıyor.
Değişim hızında olamayan her şey onlara durağan geliyor. Bu yüzden artık öğrenciler kalıcılığı ve düzeni imleyen hantal kitap ve defterleri çekici bulmuyorlar. Bu yüzden onlar için parmağı tek hamle oynatarak yazı yazan tuşlar varken çok hamleli oynatıp el yazısı yazmayı mantıklı bulmuyorlar. Bu yüzden yapısı gereği hareketli bir konumda olamayan ve hayatlarının büyük kısmını oluşturan okulda en önemlisi de sabit bir sınıfta sıkışıp kalmaktan hiç zevk almıyorlar, bu yüzden derslerde “çıt çıkarmadan” duramıyorlar harekete yöneliyorlar. Bu yüzden her şeyden çok çabuk sıkılıyorlar, bu yüzden parçalı “an”ı yaşamaya yoğunlaşmış bir grubu 40 dakika boyunca sabit bir yerde tutmak çok zor.
İşte bu yüzden kolaylaşmış gibi görünen öğretmen pozisyonu daha da kompleks bir hale gelmeye başlıyor. Hayatı boyunca birileri tarafından sorgulanmış ve hayatı sorgulamayı çok geç öğrenen ya da hiç öğrenememiş, gerontokrasi eğilimli öğretmenlere “öğrencilerinize sorular sorarak sorgulamayı, kuralları birlikte koyarak demokratik davranışı, etkinlik yaparak yaşayarak öğrenmeyi” öğretin diyorlar. Ama anlamadıkları bir şey var ki ne soru sormak sorgulamak için yeterli, ne herkese eşit söz verilince demokrat olunuyor ne de çocuklar eğlenerek öğrensin mantığıyla yapılan etkinlikler animasyon mantığının ötesine geçebiliyor. Öğretmenlerin asıl eğitilmesi gereken nokta eleştiri yapmaktan-kime olursa olsun- ve eleştiri almaktan –kimden olursa olsun- çekinmemeleridir. Kendini ve çevresini düzenli sorgulamayan bir öğretmen soru sormayı sorgulamakla bir tutar, “öğrenci bana soru sorabiliyor, biz eskiden soru bile soramazdık” der geçer. Öğretmen çağın hızının ve öğrencilerin onun yönlendirmelerine ihtiyaç duyduğunun farkında olmalıdır. Öğrenci sanal dünyada yaşadığı sınırsızlığını benzer şekilde okulda da sürdürmeye çalışacaktır, öğretmen ona toplum sınırları konusunda nasıl yardımcı olabileceğini bilmelidir.
Öğretmen, hızın ve değişimin her zaman pozitif katkısı olmadığını, çoğu zaman hızlı tüketime yönlendirdiğini, olumlu bir tarafa yöneltip üretime katkı sağlayan bir anlayış benimsemesinin öğrencide farklı bir anlayış geliştireceğini bilmelidir.
Öğretmen mizahı çok iyi kullanabilmelidir, Bergson’un belirttiği gibi gülmenin bulaşıcı olduğunu düşünürsek, onun gücünden faydalanabilmeli ve öğrencilerini de bu konuda teşvik etmelidir.
Öğretmen, Yüzüklerin Efendisi Frodo’nun yüzüğü taktığında kendinden geçişini, sorgusuz iktidarın insanı nasıl yozlaştırdığını algılayabilmelidir.
Bunun gibi birçok maddeyi saymak mümkün. Ne kadarını ne kadar gerçekleştirebiliyoruz, orası meçhul. Yeni modelin 2005 yılında Türkiye’de uygulanmaya başlandığını düşündüğümüzde aslında bu modelle yetişen küçüklerin şimdi lise ve üniversitede olduklarını unutmamak gerekiyor ve onların bir kısmının da gezi olaylarında karşımıza çıktığını görebiliriz.
Peki şimdi gelelim zurnanın zortladığı yere. Bu çocuklar yeni sistemin ilk denekleri. (Her ne kadar "yapılandırmacı" yaklaşım dünya çapında sorgulansa da bizim için hala yenilikçi duruyor.) Şimdi gerçekten gezi parkı olaylarına yoğunlaşalım ve bu çocukların aldıkları eğitimi kafanızda canlandırın, öğretmenlerini düşünün ve cevabı bulmaya çalışın.
Sizce bu çocuklar çevrelerinde olup biteni sorgulamayı öğretmenlerden mi öğrendi?
Yeni eğitim modelleri mi öğretti onlara dayanışma halinde hareket etmeyi?
Öğretmenlerden mi öğrendiler kuralları katılımcı olarak birlikte koymayı?
Dersteki etkinliklerden mi öğrendiler hayatı direnişin içine katmayı?
Derslere katkı sağlamak için parmak kaldırırken mi öğrendiler twit atarak direnişe katkı sağlamayı?
Öğretmenleri mi onlara mizahın ne kadar etkili bir iletişim aracı olduğunu gösterdi?
Hangisi?
Başardık mı? Yoksa başarısızlığımızın geldiği son nokta mı?