Kitabı tüm ebeveynlere ve öğretmenlere gönül rahatlığıyla önerebilirim. Yıllardır aslında üzerine düştüğümüz bir konuya farklı bir perspektiften yaklaşmış. Özellikle son yıllarda çocuklarımızın ve bizim baş belamız haline gelen “dikkat eksikliği”bin kökenlerini ve nedenlerini on iki başlık üzerinden inceliyor ve her başlığı farklı görüşlere sahip bilim insanlarıyla birlikte değerlendiriyor. Özellikle de “özgür irade”ye sahip olduğumuzu düşündüğümüz insanlar olarak ne kadar özgür olduğumuzu- ya da şöyle demeli- ne kadar özgür olmadığımızı örneklerle gösteriyor. Aslında kitapta geçen şu cümle kitaptaki tartışmaları özetler nitelikte: “Ne zaman telefonunuzu elinizden bırakmaya kalksanız perde arkasında yeniden elinize almanız için uğraşıp didinen bin tane mühendis varsa, ne zaman işlenmiş gıdaları bırakmaya çalışsanız bir grup uzman pazarlamacı var.”
Peki nedir bu değişim? Aslında kitabın da ilmek ilmek işlediği kısım da burası. Yazarımız bir gün telefonundan, e-postalardan, sosyal medyadan kısaca tamamen internetten uzak bir dijital detoks denemesi yapar, yaşadıklarını ve hissettiklerini sorgulamaya başlar. Birçok bilim insanının çalışmalarını inceler ve “dikkatimizi neden toplayamadığımız” üzerine argümanlar üretir. Bunun nedenlerini belli başlıklar çerçevesinde toplar. Dikkat süresinden başlayabiliriz. Örneğin Amerika’da yapılan bir çalışmada üniversite öğrencilerinin ortalama altmış beş saniyede bir meşgul oldukları şeylerden başka bir şeye geçtikleri, ofiste çalışan yetişkinlerin de tek bir işle ortalama üç dakika meşgul olabildikleri gözlemlenmiş. Son dönemde Youtube’un da “short”lara önem vermeye başlamasına şaşırmamak gerek. Hatta başka bir çalışmaya göre de bir şeye odaklanmışken dikkatiniz dağıldığında aynı odaklanma durumuna geri dönmenizin ortalama yirmi üç dakika sürdüğü ortaya çıkmış. Dikkat süremizin geçtiğimiz yıllara göre fazlasıyla kısaldığını kendimiz bile görebiliriz. Peki bu “dikkat” neden önemli? Oxford Üniversitesi’nde teknoloji felsefesi ve etiği üzerine çalışan Dr. James Williams çok önemli bir noktaya parmak basmış: “Hangi alanda, hayatın hangi bağlamında olursa olsun önemli olanı yapmak için dikkatimizi doğru şeylere verebilmemiz gerekiyor… Bu olmadığında herhangi bir şey yapmak çok zorlaşıyor. Siz araba kullanırken birisi ön cama bir kova çamur fırlattı diyelim. O an bir sürü sorunla karşı karşıya kalırsınız -dış dikiz aynalarınızı çarpabilir, kaybolabilir, gideceğiniz yere geç kalabilirsiniz. Ama öncelikle -bu sorunları dert etmeden önce- ön camınızı temizlemeniz gerekir. Bunu yapmadan nerede olduğunuzu bilemezsiniz. Uzun vadeli başka bir hedefe ulaşmaya çalışmadan önce dikkat sorunlarıyla ilgilenmeniz şart.”
“Ortalama bir insanın 1986 yılında -televizyon, radyo, basın aracılığıyla” maruz kaldığı enformasyonun hepsini topladığınızda günde kırk gazeteye karşılık geliyormuş. 2007 yılına gelindiğinde bu sayı 174 gazeteye çıkmış.” Aynı çalışma bugün yapıldığında herhalde çok daha büyük sayılarla uğraştığımızı tahmin ediyoruzdur ve bu hızın da bir bedeli var. “Derinlik için zaman gerekiyor. Her şeye yetişmeniz, her dakika e-posta göndermeniz gerektiğinde derinliğe ulaşacak zamanınız olmuyor. İlişkilerde derinlik için de zaman gerekiyor. Derinlik gerektiren her şey zarar görüyor. Yüzeye doğru çekilip duruyoruz.” diyor profesör Sune Lehmann ve ekliyor: “Bir şeyin ne kadar hızlı gidebileceğinin fiziksel bir sınırı var. Bir noktada durması gerekiyor. Ama şu an herhangi bir yavaşlama görmüyorum.” Aslında farkı rahatlıkla görebiliriz. Mesela çok uzak bir tarih değil, 60’lı yıllarda çekilmiş günlük yaşantı belgesellerine bakın ve günümüzdeki günlük hayatta yürüyüş hızımızla karşılaştırın. Ya da TRT arşivlerini karıştırın, insanların konuşma hızlarıyla bugünküleri karşılaştırın. Çok açık bir fark görebilirsiniz. Yoga, meditasyon gibi insan doğasına uygun hızda hareket etme alıştırmaları yaptığınızda ve bunu günlük hayatınızın bir parçası haline getirdiğinizde dikkat ve odaklanma becerinizi eğitebiliyorsunuz. Ayrıca “multitasking” diye bilimsel olarak hiçbir kanıta dayanmayan aynı anda birçok şeyi yapabilme halinin pazarlandığı bir dönemdeyiz. Halbuki beynimiz aynı anda bir veya iki düşünce üretebiliyor ve tek bir şeye odaklanabiliyoruz. Odağı kaydırmak da çok ciddi riskli sonuçlara yol açabiliyor. Örneğin dünyada en hızlı artış gösteren ölüm nedenlerinden birisi trafikte dikkat dağınıklığıymış. Sinirbilimci Dr. David Strayer yaptığı araştırmalarda telefonlarına mesaj gelen insanların araç simülatörlerinde ne ölçüde güvenli araç kullandıklarını takip etmiş. Ve sarhoşluğa “çok yakın” bir düzeyde bozulma ortaya çıkmış. Özetle dikkat dağınıklığının iş yapış tarzımızdan trafik güvenliğine kadar hayatımıza birçok alanda etkisi büyük.
Mihaly Csikszentmihalyi’nin ortaya koyduğu “akış hali” kavramı bulunuyor. Hepimizin kendimizi kaptırdığımız bir şeyler vardır. Kimimiz kaya tırmanışı yaparken, kimimiz matematik soruları çözerken, kimimiz yazarken, kimimiz koşarken… İnsanlar bunları bir ödül uğruna yapmazlar ve onlar için önemli bir cümle vardır: “Kendimi akışa bırakıyorum” “İçimizde uzun süre odaklanmamızı ve bundan keyif almamızı mümkün kılan bir güç bulunuyor ve bu gücün akıp gitmesi için gerekli koşulları yarattığımız taktirde daha mutlu ve sağlıklı oluyoruz.” İşte dikkat dağınıklığından kurtulmanın yollarından birisi de kendi akışımızı bulmamızdan geçiyor.
Uykunun dikkat için çok önemli bir faktör olduğu bir gerçek. Beyin uykudan yoksun kaldığında bunu acil bir durum olarak algılayıp kan basıncını artırıyor ve bu da daha çok hazır yemek istiyor ve çabuk enerji için de daha fazla şeker alman gerekiyor. “Uykuya daldığınızda beyninizde ve vücudunuzda bir sürü faaliyet meydana geliyor - düzgün çalışmanız ve odaklanmanız için elzem faaliyetler bunlar” diyor uyku uzmanı Charles Czeisler. Psikoloji profesörü Roxanne Prichard da uykunun öneminden şu şekilde bahşediyor: “Yavaş dalga uykusu esnasında daha fazla açılan beyin omurilik sıvısı kanalları yoluyla beynimizdeki metabolik atıklar temizleniyor. Her gece uykuya daldığınızda beyniniz suya benzer bir sıvıyla durulanıyor. Bu beyin-omurilik sıvısı beynin tamamına yayılıyor, toksik proteinleri söküp dışarı atılmak üzere karaciğerinize taşıyor. Odaklanma sorunu yaşamamızın sebeplerinden birisi de bu sıvının birikmesi olabilir.” Bu durumda telefonlarla kurduğumuz ilişkinin de değişmesi gerekiyor. Her uyarıda bir tedirginlik yaşar gibi telefona sarılıyoruz. Peki uykunun bu denli önemli olduğu bir durumda Netflix CEO’sunun bu kadar rahat bir şekilde şu açıklamayı yapması size garip geliyor mu? “Abonelerimizin vakti için uğraşıyoruz ve en büyük rakibimiz uyku”
Aslında dikkat dağınıklığımızın kaynaklandığı birçok etken sayabiliriz fakat yazarın vurguladığı önemli noktalardan biriside bizi takip edip yönlendiren teknolojilerin artışı, asıl mücadele burada başlıyor ya da başlamalı. Eski bir google mühendisi Tristan daha önce içeriyi görmüş biri olarak bizi uyarıyor: “Odaklanamamamız bizim suçumuz değil, bu tasarlanmış bir şey ve dikkat dağınıklığımız onlar için bir yakıt.” Aslında mesele sadece telefon ya da internet değil. Asıl mesele şu anki internet ve telefon tasarımı ve tasarım konusunda şirketlerin sunduğu teşvikler. Algoritmalar sürekli değişiyor ama değişmeyen temel ilke sizin ekrana bakmaya devam etmenizi sağlayacak şeyleri göstermeleri ve tasarımı da tamamen buna hizmet edecek şekilde geliştirmeleri. Ayrıca bilim insanları yıllardır yaptıkları çalışmalarda öfkenin dikkat becerimize zarar verdiğini kanıtlıyorlar. Dolayısıyla algoritmalar da fazla öfke körüklüyor. Twitter’da sürekli olarak linçleşmelerin olağanlaşmış olması ya da sosyal medya kutuplaşmasının hat safhada yaşanmasına şaşırmalı mıyız? The Social Dilemma belgeselinde bu durum ayrıntılarıyla ele alınıyor.
Kilo veremediğimizde yeterince iyi diyet yapmadığımızı, stres yaşadığımızda meditasyon yoluyla bundan kurtulabileceğimizi, telefonlarımızı bırakamamızın bizim sorunumuz olduğunu iddia eden bir sistemin ortasındayız. Bireysel olarak hatanın bizden kaynaklandığını düşünüp kendimiz için çabalamak belki bizi bir nebze rahatlatacak fakat asıl sorunun kaynağını görmemizi engelleyecek. “Gıda tedarik sistemindeki krizden, etrafımızı önceki nesillerin yedikleri gıdalarla ilgisi olmayan fazlasıyla işlenmiş, bağımlılık yapan gıdalarla çevrilen krizden bahsedilmiyor. Bizi fazla yemeye iten stres ve kaygı krizi açıklanmıyor. İşinizi yeni kaybetmiş, bir sonraki hafta evinizden çıkarılma tehlikesi altındayken meditasyonla huzur bulmak kolay değil.”
Son yıllarda çocuklarda DEHB (Dikkat eksikliği ve hiperaktivite bozukluğu) teşhisinin görülme sıklığının artması anormal mi? Çocukların ortalıkta koşmalarına ne kadar izin veriyoruz? Sokaklarda mahallelerde oynamak yerine tüm zamanlarını sınıflarda ve evlerde geçiriyorlar. Beyin gelişimleri için gerekli olan besleyici maddelerin birçoğundan yoksun, dikkati olumsuz etkileyen şeker ve boyalarla dolu bir beslenme düzenleri var. Okullarda aldıkları eğitim yüksek stres yaratan sınavlara hazırlanmaya odaklı, merak duygusunu beklemekten uzak. Tekrar soruyorum, bu koşullarda DEHB vakalarının gerçekleşme sıklığına şaşırmalı mıyız?
Tüm bu saydıklarımızı değerlendirdiğimizde biz neler yapabiliriz? Tam olarak nereden başlayacağız? Durumun vehametinin ne kadar farkındayız? Örneğin Facebook 2015 yılında laptoplarınız ve telefonunuzdaki kameralarınızdan duygularınızı tespit edebilen bir teknoloji için patent başvurusunda bulunmuş. Süper bilgisayarlar tüm açıklarımızı bulmak için hazır hale geliyorlar. Çevremizde önemli bir parçamızı “dikkatimizi” elimizden almak için fazlasıyla uğraşılıyor. Peki bu zorlu mücadelede umutsuz mu olmak gerekiyor? Yazarın sunduğu çerçeve aslında şu: “Hiçbir güç kaynağı ya da fikir kafa tutulmayacak kadar büyük değildir. Büyük teknoloji şirketleri güçlerinin zaptedilmez olduğuna, değişim için savaşmamızın nafile olduğuna inanmamızı istiyorlar. Nihayetinde yıkılıp giden diğer güçler kadar kırılgan aslında bu şirketler de.” Aslında yazarın toplumsal mücadeleler tarihinden verdiği birçok örnek de hepimizi ilgilendiren bu gelişmelere karşı verebileceğimiz tepkilerin belki de büyük bir hareket başlatılabileceğini bizlere gösteriyor. Yeter ki tarih boyunca geçmiş mücadeleler sonucu elde edilen büyük kazanımları hatırlayalım ve aynı yolda olduğumuzu bildiğimiz kişilerle, kurumlarla iletişime geçelim. Kaybettiğimiz geleceğimizi geri almanın yollarını döşemek bizim elimizde, ama ayrı ayrı bizlerin değil, toplum olarak hepimizin…
Keyifli okumalar…