(Bu yazı 2013 yılında Açı Okulları'nda çalışırken öğrencilerimizle birlikte gittiğimiz ve orada Nesin Vakfı öğrencileriyle birlikte yaptığımız Nesin Vakfı gezimizin ardından yazılmıştır) Mehmet Nusret’i tanır mısınız? Hani şu ünlü yazar. Canlı canlı yakılmaya çalışılmış, kendisini düşüncelerini söylemeye adamış, söylediklerini yazmadan duramamış, yazdıklarından dolayı da defalarca hapse girmiş yazar. Çocukken oyuncaklarının olmadığına üzülüp yaşlılığında oyuncaklarla oynama hevesiyle kendisine oyuncak odası kuran yazar. Kendi söküğünü kendisi diken, kendi saçını kendisi kesen yazar. Tüketimin insanları körelttiği bir çağda yoksul çocukları alıp üretici olmaya yönlendiren bir yazar. “Mezarımı buralara gömün, yerini kimse bilmesin ve üzerimde çocuklar oynasın” diyecek kadar mütevazi, sadece yaşamını değil, ölümünü de çocuklara adamış bir yazar.
Böyle bir yazarı ben şimdiye kadar görmemiştim, tanımıyordum. Kendisiyle bugün tanıştım. Üstelik yattığı yerin üstünde. Hani bizi “hep korkuturlardı ya mezarlıkta mezarın üstüne basılmaz, kemikleri sızlar” diye, ilk defa birinin üzerinde çocuklarla top oynadım bugün ve ilk defa birinin üzerinde oynadığım için bana gülümsedi ve ağzından şu cümleler döküldü “demek ki yaptıklarım boşa değilmiş.” Topraktan gelen ses Aziz Nesin’indi.
Evet, bugün öğrendim gerçekte Mehmet Nusret’in nasıl zamanla Aziz Nesin olduğunu. Öyle karmaşık bir memleketti ki bizimkisi, Shakespeare’in sözlerini doğrular gibiydi: “İyi demek, kötü demek; kötü demek iyi demek.” İroni, bu toprakların göbek adıydı. O ve onun gibi “aydın”lara “karanlık” hapis yolları görünmüştü. “Yazar”lar çoktan “yazamazlar” olmuştu. Yasaklı bir romanı Fransızca’dan çevirmek suçuyla yargılanacaktı fakat Fransızca bilmiyordu. En ironik olanı ise “gerçek” hayat “sahte” isimlerin arkasında yaşanıyordu maalesef. Mehmet Nusret de cezalardan kaçmak için bulduğu yüzlerce isimden birinde hayat buldu ve artık o ismi benimsedi: Aziz Nesin. Bir nevi kendisi de karakterlerinden biri olmuştu, “Aziz Ne Yaşar, Ne Yaşamaz”.
Bir de işin traji-komik tarafını ekleyelim, farklı dillerde kullandığı takma isimler o dillerin antoloji sözlüklerine girdi. Sanki her bulduğu isim farklı bir karakter olmuştu. Aziz Nesin, farklı isimlerle çoğaldı, çoğaldı. İsimler çoğaldığı gibi onun kitaplarıyla büyüyen çocuklar çoğaldı. Kurduğu Nesin Vakfı’nda yetişen kimsesiz çocuklar “kimsesiz” sıfatını beğenmediler, attılar. Onlar, hep yanlarında onlarla oynayan Aziz Amcalarını dinlediler, tıpkı bizim de bugün onu dinlemeye gittiğimiz gibi.
Dört koldan sarmaladık bugün Aziz amcamızı, hem biz hem de kendi torunları. Biz içeri girdiğimizde o da sabah erkenden uyanmış yüzünü yıkıyordu bile. Bize kendisini anlatmadı, olsun, ama biz onu ilk bakışta anladık. “Beni tüketmeye gelmediniz değil mi?” diyordu kaşlarını çatarak. Biz de altta kalmadık, cevabı yapıştırdık: “Ayıp ettin be Aziz Amca, sen bize üretmeyi öğrettin biz de seni yeniden üretmeye geldik” dedik ve başladık çalışmaya. Aziz Amca bu yerinde duramadı ki. Bahçede tuval üstüne ne resim yapsak diye düşünen torunlarının yanına gidip “niye düşünüyorsunuz, size dünya barışını çizmek yakışır” diye fısıldadı. Hemen gözden kayboldu, daha nerede olduğunu anlayamadan bir baktık tiyatrocu torunlarının yanında belirivermişti. “Tiyatro metni yazacağız ama sahne yok, bahçede de çalışılmaz ki” diyen torunlarına cevap veriyordu: “Sahne mi arıyorsunuz, boş verin, koşturun bahçede, bundan güzel sahne mi olur? Size verilen tekstleri yırtıp atın, hayatı doğaçlayın.” Hızına yetişmek mümkün değildi, sanki her yerdeydi, bir yandan yemekhanedeki aşçıya “en güzel anne yemeği patates-köftedir, onları yapın, çocuklar evlerinde gibi hissetsinler” derken, diğer yandan evi gibi sergilediği eşyalarını düzene sokmaya çalışıyordu. Birden şarkı bestelemeye çalışan torunlarını fark etti, tam o da eşlik ediyordu ki şarkı sonuna gelince bir anda gözleri doldu. “Kendine iyi bak hadi bay bay” diyordu torunları onun için. Hepsinin elinden tutup arka bahçeye doğru yola çıktı. Etrafa lavanta kokuları salan torunları kırmızı halıyı sermişler onun geçişini bekliyorlardı. Ve “Oscar goes to Aziz Amca” diyen öğrencisine bıyık altı gülüşünü fırlattı. Ödülünü almak üzere ilerledi. Alışkın değildi boş boş ödül almaya, ödülde kendi emeği de olmalıydı. Küreğe el attı, üçüncü ağacımızı dikeceğimiz çukuru kazdı, ağacı el birliğiyle diktik ve hep birlikte onu selamladık. O da bizi. Heyecanla yeni ağacına baktı, altına uzandı, kafasını ağaca dayadı ve kestirmeye başladı.
Hepimiz ilgiyle onu izledik. Uyuyordu. Hayatı boyunca “uyanık” kalmış, dağ gibi adam, artık rahat rahat uyuyordu.
İyi uykular Aziz Amca, sen hiç uyumadın, bize de uyumamayı öğrettin, artık sen rahat uyu çünkü biz uyumayacağız.
Evet, bugün öğrendim gerçekte Mehmet Nusret’in nasıl zamanla Aziz Nesin olduğunu. Öyle karmaşık bir memleketti ki bizimkisi, Shakespeare’in sözlerini doğrular gibiydi: “İyi demek, kötü demek; kötü demek iyi demek.” İroni, bu toprakların göbek adıydı. O ve onun gibi “aydın”lara “karanlık” hapis yolları görünmüştü. “Yazar”lar çoktan “yazamazlar” olmuştu. Yasaklı bir romanı Fransızca’dan çevirmek suçuyla yargılanacaktı fakat Fransızca bilmiyordu. En ironik olanı ise “gerçek” hayat “sahte” isimlerin arkasında yaşanıyordu maalesef. Mehmet Nusret de cezalardan kaçmak için bulduğu yüzlerce isimden birinde hayat buldu ve artık o ismi benimsedi: Aziz Nesin. Bir nevi kendisi de karakterlerinden biri olmuştu, “Aziz Ne Yaşar, Ne Yaşamaz”.
Bir de işin traji-komik tarafını ekleyelim, farklı dillerde kullandığı takma isimler o dillerin antoloji sözlüklerine girdi. Sanki her bulduğu isim farklı bir karakter olmuştu. Aziz Nesin, farklı isimlerle çoğaldı, çoğaldı. İsimler çoğaldığı gibi onun kitaplarıyla büyüyen çocuklar çoğaldı. Kurduğu Nesin Vakfı’nda yetişen kimsesiz çocuklar “kimsesiz” sıfatını beğenmediler, attılar. Onlar, hep yanlarında onlarla oynayan Aziz Amcalarını dinlediler, tıpkı bizim de bugün onu dinlemeye gittiğimiz gibi.
Dört koldan sarmaladık bugün Aziz amcamızı, hem biz hem de kendi torunları. Biz içeri girdiğimizde o da sabah erkenden uyanmış yüzünü yıkıyordu bile. Bize kendisini anlatmadı, olsun, ama biz onu ilk bakışta anladık. “Beni tüketmeye gelmediniz değil mi?” diyordu kaşlarını çatarak. Biz de altta kalmadık, cevabı yapıştırdık: “Ayıp ettin be Aziz Amca, sen bize üretmeyi öğrettin biz de seni yeniden üretmeye geldik” dedik ve başladık çalışmaya. Aziz Amca bu yerinde duramadı ki. Bahçede tuval üstüne ne resim yapsak diye düşünen torunlarının yanına gidip “niye düşünüyorsunuz, size dünya barışını çizmek yakışır” diye fısıldadı. Hemen gözden kayboldu, daha nerede olduğunu anlayamadan bir baktık tiyatrocu torunlarının yanında belirivermişti. “Tiyatro metni yazacağız ama sahne yok, bahçede de çalışılmaz ki” diyen torunlarına cevap veriyordu: “Sahne mi arıyorsunuz, boş verin, koşturun bahçede, bundan güzel sahne mi olur? Size verilen tekstleri yırtıp atın, hayatı doğaçlayın.” Hızına yetişmek mümkün değildi, sanki her yerdeydi, bir yandan yemekhanedeki aşçıya “en güzel anne yemeği patates-köftedir, onları yapın, çocuklar evlerinde gibi hissetsinler” derken, diğer yandan evi gibi sergilediği eşyalarını düzene sokmaya çalışıyordu. Birden şarkı bestelemeye çalışan torunlarını fark etti, tam o da eşlik ediyordu ki şarkı sonuna gelince bir anda gözleri doldu. “Kendine iyi bak hadi bay bay” diyordu torunları onun için. Hepsinin elinden tutup arka bahçeye doğru yola çıktı. Etrafa lavanta kokuları salan torunları kırmızı halıyı sermişler onun geçişini bekliyorlardı. Ve “Oscar goes to Aziz Amca” diyen öğrencisine bıyık altı gülüşünü fırlattı. Ödülünü almak üzere ilerledi. Alışkın değildi boş boş ödül almaya, ödülde kendi emeği de olmalıydı. Küreğe el attı, üçüncü ağacımızı dikeceğimiz çukuru kazdı, ağacı el birliğiyle diktik ve hep birlikte onu selamladık. O da bizi. Heyecanla yeni ağacına baktı, altına uzandı, kafasını ağaca dayadı ve kestirmeye başladı.
Hepimiz ilgiyle onu izledik. Uyuyordu. Hayatı boyunca “uyanık” kalmış, dağ gibi adam, artık rahat rahat uyuyordu.
İyi uykular Aziz Amca, sen hiç uyumadın, bize de uyumamayı öğrettin, artık sen rahat uyu çünkü biz uyumayacağız.