Üniversite yıllarımızda BÜO (Boğaziçi Üniversitesi Oyuncuları) bizim için müthiş bir okuldu. Hem kendi kendimize hem de deneyimli kuşakların yardımıyla hayatı sorgulayıp öğrendiğimiz hem de derslerden çok üretime yoğunlaştığımız bir okul. Kendini kaptırmanın da ötesinde bir şeydi tiyatro çalışmak bizim için, güney kampüsten aşağı inerken yolda yanlışlıkla rolünüze kapılıp insanların size garip garip baktığı bir tutkuydu. Gece vakti arkadaşınızla aklınıza bir şey geldiğinde sahneye gitmeye üşenmeyip doğaçlama yaptırtacak bir istekti.
En heyecenlı dönemlerimiz ise herkesin oyun öneriyle geldiği ve bir sonraki senenin prodüksiyonun belirlendiği toplantılardı. Herkes kulübün ihtiyaçları doğrultusunda kadroyu en çok geliştirecek oyunu seçme telaşındaydı. Özellikle yeni kuşakların tiyatrocu olma yolunda yetişmeleri öncelikli kriterlerimizden biriydi yani deneyim aktarımı. (Bunları hoş bir mazi olarak anlatmıyorum, BÜO uzun süredir hala çalışmalarını aynı anlayışla sürdürüyor. Oyunlar çıktıkça kaçırmayın derim.)
En heyecenlı dönemlerimiz ise herkesin oyun öneriyle geldiği ve bir sonraki senenin prodüksiyonun belirlendiği toplantılardı. Herkes kulübün ihtiyaçları doğrultusunda kadroyu en çok geliştirecek oyunu seçme telaşındaydı. Özellikle yeni kuşakların tiyatrocu olma yolunda yetişmeleri öncelikli kriterlerimizden biriydi yani deneyim aktarımı. (Bunları hoş bir mazi olarak anlatmıyorum, BÜO uzun süredir hala çalışmalarını aynı anlayışla sürdürüyor. Oyunlar çıktıkça kaçırmayın derim.)
Bazı senelerde ise artık kadronun daha da pişmesi için “klasiklerle hesaplaşma” dediğimiz bir sürece girerdik. Bu klasiklerin başını ise haliyle Shakespeare çekerdi. Shakespeare’i hakkıyla yorumlamak bir üniversite kulübü için müthiş bir deneyimdi. Kütüphaneye gidilir, her kaynak taranır, makaleler bulunur ve aktırılır, kostüm-aksesuar ve ışık tasarımlarında yaratıcılık sonuna kadar zorlanır, Shakespeare oyunculuğuyla ilgili kitaplar okunur, seminler verilir, oyunun en ince ayrıntısına kadar metin analizi yapılır, o sene tiyatrolardaki Shakespeare oyunları izlenir ve daha bir sürü ayrıntı sayabileceğim uzun bir süreç.
İşin en önemli kısmı ise seçtiğimiz oyunun dramaturjisiydi. O senenin politik gündemiyle nasıl paralellikler kurulacağını ya da günümüze dair söyleyecek sözümüz ne çereçevede olacağını tartışırdık günlerce. Burada Shakespeare’i birkaç satırla anlatmak mümkün değil fakat en basit şekilde ifade edeyim. Shakespeare oynamak bir grup için çok zorlu bir deneyimdir, çünkü oyunun özünü kavramak ve dönem koşullarıyla değerlendirmek başlı başına büyük emek ister. Diğer yandan, Shakespeare oynamanın “kolay” yanı ise Shakespeare’in size çok büyük bir rehber olmasıdır, ipuçları oyunlarının içinde gizlidir. Çağdaşımızdır, güncel olanı da yakalarsınız, karakterler derinliklidir. Benzetmeleri ve dili çok zengindir. Feodal sistemin can çekişme evrelerinde yaşamıştır ve o bu geçişin izlerini fazlasıyla yansıtır oyunlarında. Fakat dediğim gibi Shakespeare’i birkaç cümleye sığdıramazsınız.
(Bu derinliği bilenler bazen ondan ürkerler. Fakat onu genç kuşaklara aktarmak boynumuzun borcu. Tam da bu amaçla yıllar önce BGST olarak “Selam Sana Shakespeare” projesiyle okulları gezip Shakespeare’in hayat hikayesini oyunlardan kesitleriyle birlikte anlatan bir projemiz olmuştu ve çok etki yaratmıştı. Birçok okulda sergiledik ve çok olumlu dönütler aldık. Ben şu anda kadroda olamasam da oyun hala oynanıyor, izlemeyenler kaçırmasın derim. http://www.bgst.org/selam-sana-shakespeare-2010)
Size Shakespeare ile münasebetimizi özetlemeye çalıştım. Uzadı biliyorum, sadede geleceğim.
Geçtiğimiz günlerde raflarda yeni bir kitap çarptı gözüme: Cadı Tohumu. Zaten ilk dikkat çekici yanı yazarıydı: Margaret Atwood. Yazın izlediğim dizi “Handmaid’s Tale” (Damızlık Kız) Atwood’un aynı adlı romanından uyarlanmıştı. Dizi karanlık bir atmosfer yaratsa da enteresan bir distopyaydı. Cadı Tohumu’nun yazarın eski bir kitabı olabileceğini düşünürken 2017 basımlı yeni bir roman olduğunu fark ettim. Üstelik Shakespeare’in 400. ölüm yıldönümü sebebiyle birçok yazarın “Shakespeare Yeniden” temasıyla yazdıkları romanlar serisi içinde.
Roman, Shakespeare’in ölmeden önceki son oyunu Fırtına üzerinden ilerliyor. (Okuyacaksanız öncelikle oyunu okumanızı öneririm ve mümkünse Can Yücel çevirisinden) Romanın incelikli ve zekice uyarlanmış hikayesinden bahsetmeden önce Fırtına’nın olay örgüsünden çok kısaca bahsetmekte fayda var.
Milano Dükü Prospero’nun kardeşi, Napoli Kralı Alonso’nun yardımlarıyla, Prospero’nun dükalığını elinden alır ve Prospero ile kızı Miranda’yı bir tekneye koyarak denizde bırakır. Prospero bir adaya düşer ve intikam almak için bir büyücünün elinden kurtardığı Ariel adlı cini ile birlikte Napoli kralı Alonso, kardeşi Sebastian ve öteki lordların içinde bulunduğu gemiyi alabora eder. Ama herkes yaşamaktadır kimseyi öldürmez. Sağ olarak tüm mürettebat karaya çıkar. Bundan sonrası ise Prospero’nun intikam hikayesidir. Fakat oyunu basit bir intikam hikayesinden çıkaran ise oyundaki metaforlardır. (Buraya girersem bu yazının nereye gideceğini kestiremiyorum. Kitapta bolca bahsediliyor) Oyun temelde iktidar ilişkileri olmak üzere birçok farklı bağlamda yoruma açıktır ve çok farklı yorumlanmıştır da.
Oyunla başarılı bir şekilde ilişki kurmuş romanın ise edebi yönden değil de kurgu açısından mükemmel bir yeniden yazım denemesi olduğunu söyleyebilirim. Romanın öyküsü çok enteresan çünkü oyun içinde oyun formunda. Baş karakterimiz Felix çok başarılı bir tiyatro genel sanat yönetmenidir. Yardımcısı Tony ise tiyatronun daha çok maddi işleriyle ilgilenmektedir. Tony bir fırsat bulup Felix’in ayağını kaydırıp işine son verdirir. Daha sonra neredeyse bir sürgün hayatı süren Felix dibe vurmuştur, ta ki gazetede verilen bir ilanda bir cezaevinde rehabilitasyon amaçlı yapılacak tiyatro çalışmasına yönetmen arandığını görene dek. Fırsat bu fırsat diyen Felix cezaevi kumpanyasıyla birlikte bir oyun hazırlamaya karar verir. Amacı da Tony’i de oyuna çağırıp bir intikam sahnesi yaratmaktır. İşte oyunun en ilgi çekici yanı ise bu noktada başlar. Oyun hikayesi itibariyle Fırtına ile birçok açıdan paralellik gösterir ve Felix’in de cezaevi mahkumlarıyla oynadıkları oyunun kendisi de Fırtına’dır. İşte bu noktada yazar bize hem Fırtına’nın hem de kendi romanının dramaturjisini karşılaştırma şansı verir. Yazarın özellikle karakter yaratma üzerine yaptığı tartışmalar bir tiyatrocunun rolüne hazırlanma süreci titizliğinde hazırlanmıştır.
Anlatacak çok şey var fakat daha fazla ayrıntıya boğmak ve kitabın heyecanından törpülemek istemem. O zaman, kelimelerin büyücüsü üstada uzaklardan bir selam çakalım ve Shakespearesiz ve tiyatrosuz kalmayalım diyerek yazımızı sonlandıralım.
İşin en önemli kısmı ise seçtiğimiz oyunun dramaturjisiydi. O senenin politik gündemiyle nasıl paralellikler kurulacağını ya da günümüze dair söyleyecek sözümüz ne çereçevede olacağını tartışırdık günlerce. Burada Shakespeare’i birkaç satırla anlatmak mümkün değil fakat en basit şekilde ifade edeyim. Shakespeare oynamak bir grup için çok zorlu bir deneyimdir, çünkü oyunun özünü kavramak ve dönem koşullarıyla değerlendirmek başlı başına büyük emek ister. Diğer yandan, Shakespeare oynamanın “kolay” yanı ise Shakespeare’in size çok büyük bir rehber olmasıdır, ipuçları oyunlarının içinde gizlidir. Çağdaşımızdır, güncel olanı da yakalarsınız, karakterler derinliklidir. Benzetmeleri ve dili çok zengindir. Feodal sistemin can çekişme evrelerinde yaşamıştır ve o bu geçişin izlerini fazlasıyla yansıtır oyunlarında. Fakat dediğim gibi Shakespeare’i birkaç cümleye sığdıramazsınız.
(Bu derinliği bilenler bazen ondan ürkerler. Fakat onu genç kuşaklara aktarmak boynumuzun borcu. Tam da bu amaçla yıllar önce BGST olarak “Selam Sana Shakespeare” projesiyle okulları gezip Shakespeare’in hayat hikayesini oyunlardan kesitleriyle birlikte anlatan bir projemiz olmuştu ve çok etki yaratmıştı. Birçok okulda sergiledik ve çok olumlu dönütler aldık. Ben şu anda kadroda olamasam da oyun hala oynanıyor, izlemeyenler kaçırmasın derim. http://www.bgst.org/selam-sana-shakespeare-2010)
Size Shakespeare ile münasebetimizi özetlemeye çalıştım. Uzadı biliyorum, sadede geleceğim.
Geçtiğimiz günlerde raflarda yeni bir kitap çarptı gözüme: Cadı Tohumu. Zaten ilk dikkat çekici yanı yazarıydı: Margaret Atwood. Yazın izlediğim dizi “Handmaid’s Tale” (Damızlık Kız) Atwood’un aynı adlı romanından uyarlanmıştı. Dizi karanlık bir atmosfer yaratsa da enteresan bir distopyaydı. Cadı Tohumu’nun yazarın eski bir kitabı olabileceğini düşünürken 2017 basımlı yeni bir roman olduğunu fark ettim. Üstelik Shakespeare’in 400. ölüm yıldönümü sebebiyle birçok yazarın “Shakespeare Yeniden” temasıyla yazdıkları romanlar serisi içinde.
Roman, Shakespeare’in ölmeden önceki son oyunu Fırtına üzerinden ilerliyor. (Okuyacaksanız öncelikle oyunu okumanızı öneririm ve mümkünse Can Yücel çevirisinden) Romanın incelikli ve zekice uyarlanmış hikayesinden bahsetmeden önce Fırtına’nın olay örgüsünden çok kısaca bahsetmekte fayda var.
Milano Dükü Prospero’nun kardeşi, Napoli Kralı Alonso’nun yardımlarıyla, Prospero’nun dükalığını elinden alır ve Prospero ile kızı Miranda’yı bir tekneye koyarak denizde bırakır. Prospero bir adaya düşer ve intikam almak için bir büyücünün elinden kurtardığı Ariel adlı cini ile birlikte Napoli kralı Alonso, kardeşi Sebastian ve öteki lordların içinde bulunduğu gemiyi alabora eder. Ama herkes yaşamaktadır kimseyi öldürmez. Sağ olarak tüm mürettebat karaya çıkar. Bundan sonrası ise Prospero’nun intikam hikayesidir. Fakat oyunu basit bir intikam hikayesinden çıkaran ise oyundaki metaforlardır. (Buraya girersem bu yazının nereye gideceğini kestiremiyorum. Kitapta bolca bahsediliyor) Oyun temelde iktidar ilişkileri olmak üzere birçok farklı bağlamda yoruma açıktır ve çok farklı yorumlanmıştır da.
Oyunla başarılı bir şekilde ilişki kurmuş romanın ise edebi yönden değil de kurgu açısından mükemmel bir yeniden yazım denemesi olduğunu söyleyebilirim. Romanın öyküsü çok enteresan çünkü oyun içinde oyun formunda. Baş karakterimiz Felix çok başarılı bir tiyatro genel sanat yönetmenidir. Yardımcısı Tony ise tiyatronun daha çok maddi işleriyle ilgilenmektedir. Tony bir fırsat bulup Felix’in ayağını kaydırıp işine son verdirir. Daha sonra neredeyse bir sürgün hayatı süren Felix dibe vurmuştur, ta ki gazetede verilen bir ilanda bir cezaevinde rehabilitasyon amaçlı yapılacak tiyatro çalışmasına yönetmen arandığını görene dek. Fırsat bu fırsat diyen Felix cezaevi kumpanyasıyla birlikte bir oyun hazırlamaya karar verir. Amacı da Tony’i de oyuna çağırıp bir intikam sahnesi yaratmaktır. İşte oyunun en ilgi çekici yanı ise bu noktada başlar. Oyun hikayesi itibariyle Fırtına ile birçok açıdan paralellik gösterir ve Felix’in de cezaevi mahkumlarıyla oynadıkları oyunun kendisi de Fırtına’dır. İşte bu noktada yazar bize hem Fırtına’nın hem de kendi romanının dramaturjisini karşılaştırma şansı verir. Yazarın özellikle karakter yaratma üzerine yaptığı tartışmalar bir tiyatrocunun rolüne hazırlanma süreci titizliğinde hazırlanmıştır.
Anlatacak çok şey var fakat daha fazla ayrıntıya boğmak ve kitabın heyecanından törpülemek istemem. O zaman, kelimelerin büyücüsü üstada uzaklardan bir selam çakalım ve Shakespearesiz ve tiyatrosuz kalmayalım diyerek yazımızı sonlandıralım.