Yandaki arkadaş kim mi? Varlığından bile haberdar olmadığınız fakat belki de yıllarca küfür ettiğiniz birisi. Bazılarımızın “ama, gerekli” dediği bazılarımızın ise hayatını karartan bir şeyin mucidi. Googlelamak için elinizin gittiğini tahmin ediyorum, tamam o zaman sizden hızlı davranıp konuyu dağıtmaya çalışayım.
Boşverin bu William’ı. Şimdi gözlerinizi kapatıp başka bir William’ı düşünmenizi istiyorum. Hayatına dair elimizde çok az bilgi var fakat onu yıllardır tanıyorsunuz. Hiç alakası olmayanın bile hakkında birkaç cümle konuşabileceği muhteşem bir dahi: William Shakespeare.
Boşverin bu William’ı. Şimdi gözlerinizi kapatıp başka bir William’ı düşünmenizi istiyorum. Hayatına dair elimizde çok az bilgi var fakat onu yıllardır tanıyorsunuz. Hiç alakası olmayanın bile hakkında birkaç cümle konuşabileceği muhteşem bir dahi: William Shakespeare.
Kendisiyle yıllarca tiyatro sahnelerinde haşır neşir olduk. Hatta Boğaziçi Gösteri Sanatları Topluluğu olarak hayatını kaleme aldığımız “Selam Sana Shakespeare” oyununu birçok okulda ve sahnede oynadık, oyun hala oynanıyor. Bir eğitimci olarak da Shakespeare’in hayatını ve eserlerini ayrıntılı incelemek ayrı bir zevk. Neden mi? Basit. Şu andaki eğitim sistemimiz böyle dehalar yaratıyor da biz mi göremiyoruz acaba?
Amacım Shakespeare’i özetlemek değil, zaten buraya sığdırmam da mümkün değil. Shakespeare 1600’lü yıllardan günümüze kadar gelen bu şöhretini neye borçlu acaba? Sadece birkaç noktaya madde madde değineceğim, söz.
Şimdi böyle bir tarihsel kişiliğe bakıp da hayran kalmamak elde mi? Muazzam bir gözlem yeteneği, inanılmaz bir imgelem ve müthiş bir üretkenlik. Hepsini geçtim, birçok disipline dair söyleyecek sözü var. Bu noktada duralım ve bir soruya cevap verelim. Genç William’ı gözünüzün önüne getirin ve şu anda yaşasaydı ve bizden biri olsaydı onu nasıl yönlendirirdik? Muhtemelen, sen bu zekâyla sayısalcı olursun deyip güzel bir üniversiteye kapak attırır mezun olduktan sonra da alanında uzman bir mühendis ya da doktor yetiştirirdik. Böylece yaratıcılığını tek bir alana kaydırmış olurduk. Shakesepare’in yaratıcılığını öldürmenin en mantıklı yolu bu olurdu herhalde, ne güzel.
Peki, şimdi asıl noktaya gelelim. Neden eğitim sistemimiz bizi her alanda söz sahibi olabilecek ve yorum yapabilecek entelektüeller olarak yetiştirmiyor? Neden kafamızda sürekli disiplinlere bölünme algısı var?
Neden öğrencilere harita ve ölçeklendirmeden bahsettiğimde öğrencilerim “ama hocam sosyalin konusu bu” diyerek yabancılaşıyorlar?
Neden veliler ve öğretmenler öğrencilerin “dikkatsizliğinden ve odaklanamamalarından” şikayetçiler. Belki de önyargılı olan onların değil, bizim beynimizdir.[1] Neden sadece kendi uzmanlık alanıma odaklanıyorum diye soruyor muyuz kendimize? Uzmanlaşma bakış açımızı daraltıyor olamaz mı?
Aslında bu soruların basit bir cevabı yok fakat disiplinlerin ayrışması insanlık tarihinde çok eskilere dayanmıyor. Disiplinler binlerce yıllık mazisinde sadece 1700’lü yıllardan itibaren hızlı bir ayrışma yaşadı ve birçok alt disiplin oluştu. Eski bilim insanlarını inceleyin hepsinin, astronomi uzmanı, tıpçı, matematikçi, filozof vs. olduğunu göreceksiniz. Sanayi devriminin bize sunduğu bu “armağan” üretime bakış açımızı değiştirdi. Artık parça başı işe ve uzmanlığa yönelmeliydik. Tüm eğitim sistemleri buna göre düzenlendi. Aslında fabrikalardaki üretim bantları bir nevi toplum için bir metafordu. Eğitimin amacı da kısaca her üretim bandına özgü uzmanlar yetiştirmek ve sadece kendi işlerine odaklanmalarını sağlamak. Chaplin bunu çok iyi gördü ve Modern Zamanlar’da çok da güzel yansıttı: Üretime yabancılaşmış mekanik bireyler.
Tabi ki bunu okurken “ne yani şimdi sen uzmanlaşma olmasın, bir beyin cerrahisi yetişmesin mi demek istiyorsun” diyebilirsiniz. Hayır, tabi ki kastettiğim bu değil. Kendisini sadece kendi uzmanlığına adamış kişiler mi, yoksa uzmanlığının dışında genel entelektüel birikimini oluşturmuş kişiler mi? Bu tartışmalar yeni de değil. Tam bu satırları yazarken kitaplığımda yıllar önce üniversitede okuduğum güzel bir kaynak çarptı gözüme. 1950’lerde Charley Pace Snow’un “İki kültür”[2] adlı kitabı (konferansı) bu noktada önemli bir tartışmaya parmak basıyor. Kitap, doğa bilimleri ve edebiyatın birbirinden ayrışması ve birbirinin alanlarından habersiz “uzmanlar” yetiştirmesini tartışıyor. (Bunun içine sosyal bilimler ayrışmasını da dahil edebilirsiniz.)
Peki dünyayı algılayış biçimimizi daha bütüncül açıklamaya çalışanlar, yok mu? Yakın zamanda PYP-MYP gibi ve son dönemde de STEAM (Science-Technology-Engineering-Art-Mathematics) tarzı yaklaşımlar görebiliyoruz. Tabi ki bu çalışmaları ticari amaçlarla ya da sırf reklam olsun diye yapan bolca kurum olduğunu da belirtmek gerek. Disiplinleri ayrıştırmak yerine birleştirmeyi merkeze alan disiplinler arası mantıktan ziyade disiplinler üstü bir modele yoğunlaşmak gerekiyor. Böylece merak öğemizi kısıtlamak yerine birçok şeye daha bütüncül bakabiliyoruz. Buradaki amacımız uzmanlaşmayı reddetmek değil aksine hayatın bütününe her açıdan bakabilen ve yeri geldiğinde müdahale edebilen entelektüel insanlar yetiştirmek.
Şimdi, yazımızın başındaki William ile tanışmanın vakti geldi sanırım. Kendisi William Farish.[3] 1700’lü yılların sonunda Cambridge’de ders veren bir Kimya öğretmeni. Bu adamın kimya öğretmeni olma dışında tarihte ilginç bir rolü daha var. O dönemde endüstri devriminin etkisiyle parça başı iş mantığı her yere yansımış durumda. Artık öğretmenler sabit maaş yerine öğrenci sayılarına göre para almaya başlıyorlar. Daha fazla öğrenci, daha fazla maaş – yani ne kadar ekmek o kadar köfte. Dolayısıyla her öğrenciyle ayrı ayrı ilgilenmek gerekiyor ve haliyle bu da kolay değil. İşte bu William da bir sürü özel dersi olup öğrencilerin gelişimini aklında tutamayınca aklına cin gibi bir fikir geliyor. O dönem fabrikalarda “not” sistemi var, gelen ürünün “not”a uygun olup olmadığı kontrol ediliyor. William “ben bu işi acaba eğitimde denesem ne olur?” diye düşünürken öldükten sonra bile ne kadar çok insanın ahını alacağının farkında değil tabi. Kısaca, kendisine kolaylık olması açısından şu anda hepimizin maruz kaldığımız sınava dayalı not sistemini getiriyor. Böylece eğitim sistemimiz ve öğrenciler de güzelce birer sanayi ürünü haline geliyor. Kısaca birer “parça iş” haline getirilen öğrencilerden üretim bandının tamamına hâkim olmaları istenir mi? Tabi ki hayır. Bunda payı olan William Farish’e sevgilerimizi yolluyoruz.
Sadede gelecek olursak “Bu William! William işini iyi yapıyor. William çok zeki.” William gibi olmak ya da olmamak, işte bütün mesele…
[1] https://www.ted.com/talks/alison_gopnik_what_do_babies_think Bu konuda Alison Gopnik’in yaptığı bu TED konuşmasını izlemenizi öneririm.
[2] http://www.pandora.com.tr/urun/iki-kultur-ciltli/198256
[3] http://thirdwaveiscoming.blogspot.com.tr/2011/02/grading.html
Amacım Shakespeare’i özetlemek değil, zaten buraya sığdırmam da mümkün değil. Shakespeare 1600’lü yıllardan günümüze kadar gelen bu şöhretini neye borçlu acaba? Sadece birkaç noktaya madde madde değineceğim, söz.
- Kendisi 1564-1616 yılları arasında yaşamış dünyaca ünlü İngiliz oyun yazarı.
- Şiirleri ve 36 oyunu günümüze kalmış. Bunların bazıları dünya tarihine damga vurmuş oyunlar. Hatta Hamlet adlı oyunu İncil’den sonra hakkında en çok yazılıp çizilen ikinci kitap.
- Önce bir Gramer okulunda okuduğunu biliyoruz, sonrası meçhul. O dönem İngilizce’nin yeni geliştiği dönemler. Bu konuda nasıl kendisini geliştirdi bilmiyoruz fakat kendisi dile o kadar hâkim ki yaklaşık 25-30 bin farklı kelime kullanmış oyunlarında. En yakın “rakibi” John Milton’un sözcük sayısının en az iki katı. Bunu geçtim, İngilizce’ye kendisi başlı başına 1500 civarında kelime kazandırmış.
- Bu mesleklerde çalıştı mı bilmiyoruz ama tıp, spor, müzik, mutfak vb. birçok meslek terminolojisine hâkim olmakla kalmayıp bu mesleklere oyunlarında sıkça yer vermiş. Sırf bu yüzden bile tiyatro deneyimi öncesinde gerçek mesleğinin ne olduğuna dair çeşitli söylentiler var.
- Yaşadığı dönemi nasıl bu kadar iyi gözlemledi bilmiyoruz ama yarattığı karakterler de kendisi gibi çok boyutlu. Dönemi, feodalizmin artık uzatmaları oynadığı, yerini basit kapitalist ilişkilere bırakacağı kaotik bir dönemmiş. Melankolik karakterine coşkulu ve eğlenceli sahneler yazmış, kızgın adamlarını ağlatmış, seks düşkünü karakterlerine de İncil’den sık sık alıntılar yapıp Tanrı’dan söz ettirmiş.
- Hayatta o kadar çok insan gözlemledi mi bilmiyoruz ama yarattığı her karaktere kendine özgün bir dil vermek için uğraşmış. Yarattığı karakterlerin dilleri, parmak izlerine benzermiş. Fakat bunu bir formüle ya da kurala bağlamak zor. Tek söyleyebileceğimiz, Shakespeare’in kendisinin kural tanımaz bir kişiliğe sahip olduğu.
Şimdi böyle bir tarihsel kişiliğe bakıp da hayran kalmamak elde mi? Muazzam bir gözlem yeteneği, inanılmaz bir imgelem ve müthiş bir üretkenlik. Hepsini geçtim, birçok disipline dair söyleyecek sözü var. Bu noktada duralım ve bir soruya cevap verelim. Genç William’ı gözünüzün önüne getirin ve şu anda yaşasaydı ve bizden biri olsaydı onu nasıl yönlendirirdik? Muhtemelen, sen bu zekâyla sayısalcı olursun deyip güzel bir üniversiteye kapak attırır mezun olduktan sonra da alanında uzman bir mühendis ya da doktor yetiştirirdik. Böylece yaratıcılığını tek bir alana kaydırmış olurduk. Shakesepare’in yaratıcılığını öldürmenin en mantıklı yolu bu olurdu herhalde, ne güzel.
Peki, şimdi asıl noktaya gelelim. Neden eğitim sistemimiz bizi her alanda söz sahibi olabilecek ve yorum yapabilecek entelektüeller olarak yetiştirmiyor? Neden kafamızda sürekli disiplinlere bölünme algısı var?
Neden öğrencilere harita ve ölçeklendirmeden bahsettiğimde öğrencilerim “ama hocam sosyalin konusu bu” diyerek yabancılaşıyorlar?
Neden veliler ve öğretmenler öğrencilerin “dikkatsizliğinden ve odaklanamamalarından” şikayetçiler. Belki de önyargılı olan onların değil, bizim beynimizdir.[1] Neden sadece kendi uzmanlık alanıma odaklanıyorum diye soruyor muyuz kendimize? Uzmanlaşma bakış açımızı daraltıyor olamaz mı?
Aslında bu soruların basit bir cevabı yok fakat disiplinlerin ayrışması insanlık tarihinde çok eskilere dayanmıyor. Disiplinler binlerce yıllık mazisinde sadece 1700’lü yıllardan itibaren hızlı bir ayrışma yaşadı ve birçok alt disiplin oluştu. Eski bilim insanlarını inceleyin hepsinin, astronomi uzmanı, tıpçı, matematikçi, filozof vs. olduğunu göreceksiniz. Sanayi devriminin bize sunduğu bu “armağan” üretime bakış açımızı değiştirdi. Artık parça başı işe ve uzmanlığa yönelmeliydik. Tüm eğitim sistemleri buna göre düzenlendi. Aslında fabrikalardaki üretim bantları bir nevi toplum için bir metafordu. Eğitimin amacı da kısaca her üretim bandına özgü uzmanlar yetiştirmek ve sadece kendi işlerine odaklanmalarını sağlamak. Chaplin bunu çok iyi gördü ve Modern Zamanlar’da çok da güzel yansıttı: Üretime yabancılaşmış mekanik bireyler.
Tabi ki bunu okurken “ne yani şimdi sen uzmanlaşma olmasın, bir beyin cerrahisi yetişmesin mi demek istiyorsun” diyebilirsiniz. Hayır, tabi ki kastettiğim bu değil. Kendisini sadece kendi uzmanlığına adamış kişiler mi, yoksa uzmanlığının dışında genel entelektüel birikimini oluşturmuş kişiler mi? Bu tartışmalar yeni de değil. Tam bu satırları yazarken kitaplığımda yıllar önce üniversitede okuduğum güzel bir kaynak çarptı gözüme. 1950’lerde Charley Pace Snow’un “İki kültür”[2] adlı kitabı (konferansı) bu noktada önemli bir tartışmaya parmak basıyor. Kitap, doğa bilimleri ve edebiyatın birbirinden ayrışması ve birbirinin alanlarından habersiz “uzmanlar” yetiştirmesini tartışıyor. (Bunun içine sosyal bilimler ayrışmasını da dahil edebilirsiniz.)
Peki dünyayı algılayış biçimimizi daha bütüncül açıklamaya çalışanlar, yok mu? Yakın zamanda PYP-MYP gibi ve son dönemde de STEAM (Science-Technology-Engineering-Art-Mathematics) tarzı yaklaşımlar görebiliyoruz. Tabi ki bu çalışmaları ticari amaçlarla ya da sırf reklam olsun diye yapan bolca kurum olduğunu da belirtmek gerek. Disiplinleri ayrıştırmak yerine birleştirmeyi merkeze alan disiplinler arası mantıktan ziyade disiplinler üstü bir modele yoğunlaşmak gerekiyor. Böylece merak öğemizi kısıtlamak yerine birçok şeye daha bütüncül bakabiliyoruz. Buradaki amacımız uzmanlaşmayı reddetmek değil aksine hayatın bütününe her açıdan bakabilen ve yeri geldiğinde müdahale edebilen entelektüel insanlar yetiştirmek.
Şimdi, yazımızın başındaki William ile tanışmanın vakti geldi sanırım. Kendisi William Farish.[3] 1700’lü yılların sonunda Cambridge’de ders veren bir Kimya öğretmeni. Bu adamın kimya öğretmeni olma dışında tarihte ilginç bir rolü daha var. O dönemde endüstri devriminin etkisiyle parça başı iş mantığı her yere yansımış durumda. Artık öğretmenler sabit maaş yerine öğrenci sayılarına göre para almaya başlıyorlar. Daha fazla öğrenci, daha fazla maaş – yani ne kadar ekmek o kadar köfte. Dolayısıyla her öğrenciyle ayrı ayrı ilgilenmek gerekiyor ve haliyle bu da kolay değil. İşte bu William da bir sürü özel dersi olup öğrencilerin gelişimini aklında tutamayınca aklına cin gibi bir fikir geliyor. O dönem fabrikalarda “not” sistemi var, gelen ürünün “not”a uygun olup olmadığı kontrol ediliyor. William “ben bu işi acaba eğitimde denesem ne olur?” diye düşünürken öldükten sonra bile ne kadar çok insanın ahını alacağının farkında değil tabi. Kısaca, kendisine kolaylık olması açısından şu anda hepimizin maruz kaldığımız sınava dayalı not sistemini getiriyor. Böylece eğitim sistemimiz ve öğrenciler de güzelce birer sanayi ürünü haline geliyor. Kısaca birer “parça iş” haline getirilen öğrencilerden üretim bandının tamamına hâkim olmaları istenir mi? Tabi ki hayır. Bunda payı olan William Farish’e sevgilerimizi yolluyoruz.
Sadede gelecek olursak “Bu William! William işini iyi yapıyor. William çok zeki.” William gibi olmak ya da olmamak, işte bütün mesele…
[1] https://www.ted.com/talks/alison_gopnik_what_do_babies_think Bu konuda Alison Gopnik’in yaptığı bu TED konuşmasını izlemenizi öneririm.
[2] http://www.pandora.com.tr/urun/iki-kultur-ciltli/198256
[3] http://thirdwaveiscoming.blogspot.com.tr/2011/02/grading.html